Modernitenin Huzursuzluğu ve “Huzursuz Modernite” Kitabı Üzerine Hasan Aksakal ile Röportaj

Hasan Aksakal

Röportajı Yapan: Ömer Çeşit

Akademisyen yazar Hasan Aksakal  ile “Huzursuz Modernite” Kitabı ile ilgili 5 soru 5 cevaplı oldukça doyurucu bir röportaj gerçekleştirdik. Umarım “Dubala dergi” okurları da bu söyleşimizden keyif alır. İyi Okumalar!

-Bu kitabı kaleme alırken ki ana motivasyonunuz ve izleğiniz neydi? Modernitenin huzursuz yüzünü anlama çabası sizce neden önemli?

Hasan Aksakal: Öncelikle derginiz hayırlı olsun, yayın hayatınızda başarılar dilerim. Kitabıma ilginiz ve sohbete davetiniz için de çok teşekkür ederim. Dilerseniz, düşük tempolu bir başlangıç yapayım. Modernitenin veya modernliğin, bizim gibi 20. yüzyılın dünyasından çıkıp bugüne gelen modernler, hatta geç dönem modernler için doğal olarak olumlu bir çağrışımı var. Modern olmanın, modern görünmenin, modernlikle uyumlu durmanın herkes için ya da neredeyse herkes için normatif kabul edildiği bir çağın insanlarıyız ve modernliğe ilişkin hâkim anlatı, hem en geniş anlamıyla 19. yüzyıldan bu yana hem de Soğuk Savaştan sonraki şu otuz yıl boyunca çok büyük ölçüde liberal, ilerlemeci, kapitalist olageldi. Buna Aydınlanma ve evrenselcilik, endüstri ve teknoloji, cumhuriyetçilik ve demokrasi gibi büyük insanlık değerleri de tüm pozitif çağrışımlarıyla birlikte eklenince, “Ne var ki modernitede? Modernlikte eleştirilecek ne olabilir ki?” diyebilirsiniz. Tabii, kavramın gündelik kullanımları dolayısıyla “modern olmama”nın barbarlıkla, gericilikle, hem de radikal bir gericilikle, ilkellikle, dinsel fundamentalizmlerle ilişkilendirilmesinin büyük payı var. Modernliği eleştirmek de doğal olarak hesaplaşmacı, hatta rövanşist, keskin bir muhafazakârlık sanılıyor. Oysa pekâlâ anarşistler de moderniteyi çok esaslı bir biçimde eleştirmekte… İşin aslı, modernitenin başından itibaren çatışmacı bir karakteri vardır ve birçok filozof, sanatçı ya da bilim insanı bunu farklı biçimlerde ustaca ifade etmiştir. Ben de, kendimce, on beş yıl önceki ilk akademik çalışmalarımdan beri modernitenin eleştirisini sunan birbirinden çok farklı fikirlerle ve ideolojilerle uğraşıyorum – onu, yani moderniteyi her seferinde başka yönlerden görebilmek için. 

Huzursuz Modernite, Rousseau’dan Nietzsche’ye, Baudelaire’den Freud’a uzanan bu büyük fikir mirasıyla ve son 250 yılda yaşanan büyük toplumsal, zihinsel, siyasal dönüşümlerle bir kez daha yüz yüze gelmek ve benim kişisel birikimimin daha rafine bir ifadesi olabilmesi umuduyla yazıldı. Son yıllarda dünyayı saran umutsuzluğun, huzursuzluğun, karamsarlığın, anksiyetenin üzerimize düşen gölgesi de az bir sebep değil tabii…

-19. yüzyılın ilk yarısında Romantizm Oryantalizmi nasıl besledi? Sömürgecilikten ayrı tutmamız gereken bir Oryantalizm türünden bahsediyorsunuz. Oryantalizmin Romantik akımla başlaması veya gelişmesi, günümüzün yeni Oryantalizm anlayışıyla ilgili bize ne söylüyor sizce?

Aksakal: Romantizmin de, Oryantalizmin de birbirinden çok farklı niteliklerde, türlerde, seviyelerde ve içeriklerde olan temsilleri, temsilcileri var. Birbirini çok besleyen, birbirinin omuzları üzerinde yükselen bir işbirliği de var, şüphesiz. Buna üçüncü bir sütun olarak Kolonyalizmi de katabiliriz. Fakat bu kocaman başlıklar altında, hepsini, her şeyi bir tutmadan, bu konularda çok-yönlü düşünüp cevaplar geliştirmemiz gerekiyor. Bu yönelimler birlikte başlamadı, ama yolları sıkça kesişti. Ben kitapta bu konuya cevap aradığım bölümde, bizdeki kötü bir alışkanlığa, yani yüzeysel ezberlerle konuşmaya karşı çıkmak istedim. Batı’nın kimi Doğu temsilleri elbette çok sorunlu, ama Doğu’nun kendini tanımasında Batılıların bilme merakının çok büyük bir payı var. Örneğin Türklerin Türklük bilinci edinmesinde Batılıların Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinden Orhun Abidelerine kadar keşif ve katkıları muazzamdır ve ben bunu hesaba katmadan yapılan her değerlendirmeyi eksik buluyorum. Eğer Şark veya Doğu diye bir varlıktan, kimlikten veya beşeri coğrafyadan söz edebiliyorsak, Şark Şarklılara bırakılamayacak kadar zengindir ve kendi içinde binbir tutarsızlık, farklılık, zıtlık içerir. Zaten dünyada beş milyar insanı aynı çuvala koymanıza imkân verecek bir teori, bir kavramsal anahtar da yoktur. Yine de büyük büyük konuşmayı sevenler için konuşacaksak, bu söylemler dünyasında Garp da Garba bırakılamaz ve binbir çelişkiyle, farklılıkla doludur. Batı bilhassa Batı’ya bırakılmamalı ve ona birtakım anlamsız üstünlük iddialarıyla secde edilmesini isteyen Niall Ferguson gibi saplantılı insanların eline oyuncak edilmemelidir. Tekrar edeyim: eğer dünyayı Doğu-Batı diye hayali bir Greenwich’le yeniden ikiye böleceksek, bu söylediklerimin ötesinde, Batı’nın nitelikli entelektüellerinin, kendilerinde eksik olanı görmelerine de vesile olmuş bir Doğu var: Şarkta onlara göre büyülü bir enerji, canlı ve sürprizlerle dolu bir yaşam var. Batı modernitesini eleştirmek veya fiziki olarak ondan bir süreliğine uzaklaşmak isteyenler başka bir döneme, başka bir dünyaya gitmiş gibi olmuş. Rousseau’nun soylu vahşisinden Chateaubriand da, Tocqueville de kendine göre bir şeyler çıkarmıştır. Lord Byron’dan Goethe’ye Şark sanatı başka bir estetik anlayışı Batı’ya göstermiştir. Humboldt kardeşler de, Grimm kardeşler gibi çalışmıştır. Ancak bu sefer Alman köylülerinin kültürüne değil, yaban diyarların kültürlerine, dil, tarih ve coğrafyalarına merak salmış ve onları kayıt altına almıştır. Kolonyalizm için Jones’un Sanskritçesi çok işlevseldi, doğru, ama ondan sonra Schlegel’ın Hint-Avrupa dil ailesini çözmesi, Napoleon’un Mısır’ı işgaliyle Rosetta Taşının bulunması veya Champollion’un piramitlerdeki hiyeroglifleri çözmesi ve Shelley’nin “Ozymandias” şiirini yazması aynı amacı taşımıyordu. Tıpkı Batı modernitesini eleştirirken Rousseau, Dostoyevski, Sun Yat Sen ve Usame Bin Ladin’i aynı kefeye koyamayacağımız gibi, bunlar da farklı gündemlere, farklı tutkulara sahipti. Konu dallanıp budaklandıkça giderek daha karmaşık bir hal alıyor, o yüzden dağıtmış olmayayım. Kitapta meramımı çok daha iyi anlatabildiğimi umuyorum.        

-Aksine, yeni bir pencere açılmış oldu. Ben buradan, Batı’nın Batı’daki eleştirmenlerini tetikleyen bir başka büyük konu başlığına atlamak istiyorum. 19. yüzyılda Britanya’sının, sanayileşme ve modernleşme sürecindeki olumlu gelişmelerinin yanında bir dizi olumsuz gelişme de yarattığını biliyoruz. Sadece Britanya’da kalmıyor, daha sonra Almanya’da, Fransa’da da aynı şeyler yaşanıyor. Buradan anti-aydınlanmacı diyebileceğimiz tepkisel bir akımın doğmasına neden olan bu olumsuzluklar nelerdi? Batı’nın modernite sürecine dair bir de buradan bakabilir miyiz?

Bu konu sadece edebiyata meraklı heveskârlar için bile ancak ciddi bir ekonomik ve sosyal tarih okumasıyla anlaşılabilir hale gelir. Bizim memlekette, yaygın İngiliz karşıtlığına rağmen maalesef İngilizlerin tarihi, siyaseti, sosyal yapısı hakkında güvenilir kaynak yok gibidir; yalnızca İngiliz edebiyatı hakkında kitaplar bulunur. İngiliz tarihi, toplumu hakkındaki muteber yayın sayısı iki elin parmakları kadarken, konunun uzmanı gerçekten yok denecek kadar azdır. Bu bilgi havuzu içinde siz ne kadar Charles Dickens severseniz sevin, onun dünyasını sadece romanlarına konu edindiği karakterlerle anlayamazsınız. İngiliz İmparatorluğunun zirvesi, üzerinde güneş batmayan imparatorluk denen Britanya’nın Victoria Çağı aynı zamanda yönetmesi çok zorlaşmış, sorunları çok karmaşıklaşmış uzunca bir dönemdir ve Dickens sonrasındaki dönemde de, örneğin Arthur Conan Doyle tarzı dedektiflik hikâyelerine de, Jack London’ın Uçurum İnsanları romanı gibi eserlere de sirayet eden bir dizi sosyal sorunun, krizin hâkim olduğu bir dünyadır. Fuarlar, sergiler, müzeler, üniversiteler bildiğimiz Britanya’nın vitrini yapılırken ardında ya da daha ziyade altında ciddi bir emek ve onu sömüren ilişki ağları görürsünüz. Açlık, salgın hastalık, hak kavgası, din-devlet krizi görürsünüz. İngilizler dünyanın dörtte birini doğrudan doğruya yönetip diğer büyükçe bir kısmını da dolaylı şekillerde sömürürken, kendi halkının da dörtte biri diğer dörtte üçünü sömürmüştür. Zannedildiğinin aksine, bu güzel bir hikâye değildir. Marx’ın, işçi sınıfı siyasetinin, olması beklenen ya da gereken proleter devrimin vatanının 1917’nin köylü Rusya’sı değil, 1840’ların Britanya’sı olması bile kendi başına ziyadesiyle açıklayıcıdır. Ben kitapta, mümkün olduğunca, uzun 19. yüzyılın başlarından sonlarına kadar nelerin değiştiğini, kapitalist zaman anlayışının mekânı (yani kır değil kent, tarla değil fabrika demektir bu) ve insanların günlük hayatını nasıl dönüştürdüğünü, sosyal reform ve adalet arayışlarının etrafını saran koşulları bizim memleketin entelektüelleri için biraz daha görünür kılmaya çabaladım. Bunu yaparken Osmanlı-Türk modernleşmesi veya Alman modernleşmesi üzerine merakları olanlar için de işe yarar bir şeyleri aralara serpiştirdiğimi söyleyebilirim sanırım. Fakat tekrar edeyim: Bu dönüşüm çok çileli olmuştur ve hiç de mutlu bir hikâye değildir.

-Tam bu noktada bir soru daha gündeme geliyor. Sizce tarihsel açıdan bakıldığında kültürel karamsarlığın modern Batı’nın içinden çıkması doğal bir süreç miydi? Kültürel karamsarlığın temsilcisi olan düşünürlerin 19. yüzyıl Batı toplumunda kolektif hareketliliğe yol açtığı da savunulabilir mi? Yoksa bu akımların temsilcileri kendi düşüncelerine  bireysel düzeyde mi sahip çıkmaktaydılar?

Aksakal: Harika bir noktaya bağlamış oldunuz sözü. Sanayi Devrimi ve siyasal devrimler, isyanlar, protestolar, kolektif hak arayışları ile şekillenen bir toplumsal ve ekonomik tarih söz konusu. Bunun üzerine entelektüel tarihi bina ettiğimizde, çağın büyük çoğunluk için huzursuzluğunu, mutsuzluğunu, sancısını okumaya daha hazır hale geliyorsunuz. Yabancılaşma, anomi, dünya acısı çekme, yitik mâziye nostalji ve hüzünle bakma, gelecekten yana umutsuz kalma ve geçmişle gelecek arasında sıkışmışlık hissi uzun 19. yüzyıl boyunca edebiyattan felsefeye, ideolojilerden sosyal bilimlere zehirli bir sarmaşık misali yayılmış. Yani Avrupa’nın en muzaffer olduğu dönemde Avrupa’nın sanatçıları, düşünürleri bir şeylerin yolunda gitmediğini ifade ediyor. İşte bu benim 15 yıldır vazgeçemediğim çalışma alanı bu… 

Kültürel karamsarlık, sadece 19. yüzyılda değil, modernitenin başından beri var ve Aydınlanmanın tam kalbinde de, Sanayi Devriminin tam üssünde de, modern teknolojik uygarlığın tam zirvesinde hep orada, tam orta yerde. Sesi de cılız yahut duyulmamış değil üstelik. İnsana ve topluma dair karamsarlık, kötümserlik, yozlaşma ve çöküş söylemleriyle geniş çevrelere bu fikirler yumağını ulaştırabilen sanatçı ve düşünürler az veya önemsiz kimseler değil. Onlar da tam merkezde ve onların eliyle kültürel karamsarlık skandallar, sansasyonlar, polemikler yaratmış ve her dönemin entelektüellerce tekrar tekrar işlenmiş. En bilindik olanları hatırlatmakla yetinelim: Leibniz’in “Bu dünya bütün mümkün dünyaların en iyisidir” sözünü ve temsil ettiği iyimserliği alaya almak için Voltaire hem Candide hem Zadig’i yazmıştır. İnsanın özgür doğduğunu ama her yerde zincire vurulmuş halde yaşadığını dile getirerek söze giren yozlaşma söyleminin filozofu Rousseau’dan devrimin kötülükleri nasıl gün yüzüne çıkardığını anlatan Burke’e, ölümü arzulayan bir yeni estetik yaratan Goethe ve Novalis’ten karamsarlığın bizzat peygamberi kabul edilen Schopenhauer ve Nietzsche’ye uzunca ve görkemli bir liste yapılabilir. Bunlara, 20. yüzyıldaki Adorno ve Benjamin gibi Alman Yahudi entelektüellerinden Woolf ve T. S. Eliot gibi Anglofon modernizmin edebi temsilcilerine dek pek çok ilave yapılabilir. Tarihçilikte Spengler, Toynbee gibi çöküş tezleri üretenler de cabası… Sözün kısası, biz ayın karanlıkta kalan yüzünü sanki ısrarla hesaba katmıyoruz ama Avrupa düşüncesi, 1750’lerden bu yana, liberal-ilerlemeci iyimserler kadar, insanın fasit bir çember içinde dönüp durduğunu söyleyen mutsuz bilincin sesinin de duyulduğu kakofonisi bol bir sahne. Zannediyorum kitabın o bölümünü teşkil eden portreler galerisinde biraz olsun gezinen herkes ne dediğimi çok isabetle anlayacaktır. 

-Kitabınızda 19. yüzyılda yaşamış birçok farklı düşünürü ve yazarı derinlemesine analiz ediyorsunuz. Ben Türkiye’de son yıllarda oldukça popülerleşmiş bir düşünür olan Nietzsche ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Nietzsche’nin, dayatılan modern Batı ve geleneksel kilise değerlerinin aşılmasıyla birlikte yeni bir insanlık seviyesine ulaşılmasıyla ilgili söylemleri toplumsal düzlemde ne ifade ediyor?

Aksakal: Sorular çok güzel. Çok teşekkürler. Nietzsche meselesi ya da bir mesele olarak Nietzsche, popüler kültürün ağına düştükten sonra bir muamma olmaktan çıkmaya ya da çıkarılmaya başladı. Bu, her şeyin alınıp satılır bir nesneye dönüşmesinin doğal bir uzantısı olarak görülebilir. Artık herkes için farklı boylarda, farklı malzemelerden yapılan Nietzscheler üretilebiliyor. Putları kırmak üzere elinde çekiçle felsefe yapmaktan bahseden bir filozof –ki filozof mu, denemeci mi, tartışılmalı– matbuat kapitalizminin ve akademik postmodernizmin maharetli ellerinde eğlencelik bir puta, bir bibloya dönüştürülebiliyor. Ben bu dönüştürülebilirliği dolayısıyla Osmanlı’dan günümüze Türkiye’deki Nietzsche değerlendirmeleri üzerine “Nietzsche without Mustache”, yani “Bıyıksız Nietzsche” üst başlığıyla Osmanlı’dan günümüze Türk düşüncesinde Nietzsche’nin ele alınış biçimleri hakkında İngilizce bir makale yazmaya çalışıyorum. İslamcı ve Batı karşıtı düşünürlerin onlara uygun olmayan tüm özelliklerinden ayıklanıp temizlenmiş Nietzsche’si neredeyse tarikat ehli bir sufi derviş. Rusların elinde Nietzsche hem Çarlık hem de sosyalist rejimin yasaklılar listesinde kalıp unutulan bir başbelası. Amerikan Nietzsche’si ise bir Süpermen… Tüm bu budanmışlıklarına rağmen benim için Nietzsche’de hâlâ enigmatik bir şeyler var. Bu enigmanın şifresini onun çağını, kütüphanesini ve muhataplarını bilmeden anlamak hiç kolay değil. Sosyal Darwinizmin, emperyalizmin, Avrupa’nın Avrupalılaşmasının, farklı Almanyaların bir elde toplanmasının, makine uygarlığının tanrısının artık ortaçağın Hıristiyanlığının tanrısıyla aynı tanrı olamayacağının anlaşılmasının hikâyesini ve daha birçok şeyi hesaba katmak gerekiyor. Oysa Nietzsche ısrarla Tur-u Sina’da tanrısıyla konuşan bir Musa Peygamber gibi ıssızlıkların adamı olarak resmediliyor; bu ciddi bir yanlış. Nietzsche’nin ömrünü geçirdiği yerleri biraz gezerseniz, bize İtalyan ve Alman aristokrasilerinin yoğunlaştığı, ticaret kapitalizminin ve burjuva yaşamının önemli kentlerinin haritasını verdiğini, elit akademisyenlerle ve öncü sanatçılarla muhatap olduğunu görürsünüz. İnsanın ruhen soylulaşmasını, kitle kültüründen kendini korumasını telkin etmesi o bağlamda yavaş yavaş anlam kazanmaya başlar. Fransız Devrimiyle çökmüş olan soylular ve unvansızlar ayrımını, en derinde entelektüelleştirip “laboratores” ve “bellatores” ayrımını yenilemek ister. Tabii o Eski Rejimde “oratores”e, yani ruhbana yer yoktur. Bu beni sorunuzdan uzaklaştıracak başka bir bahse kapı aralıyor tabii. O yüzden toparlamak adına şöyle söyleyeyim: Nietzsche ne Hint, ne Çin, ne İslam öğretileriyle bir insan-ı kâmil olma davetinde bulunuyordu. O, 1789’dan önceki dünyaya atfettiği sükûnetini Antik Yunan referansları eşliğinde kültür bilimlerinde canlandırmak istiyordu ve bu doğrultuda ruhen özgürler ve köleler, efendiler ve kullar, havass ve âvâm, seçkinler ve lümpenler diye uzatabileceğimiz bir ikilikler dünyası yaratmıştı. İnsan, aşılması gereken bir varlıktı ve her aşım, bir üst seviye insan olmak demekti. Merhamet gibi Hıristiyanlıktan beslenen hislere gerek kalmayacak kadar organik bir ruhani üstünlüğe varılması için herkesin kendini inşa etmesi gerekiyordu. Bu inşa veya kendini yaratma girişiminde iyileştirici bir rahibe de, yaratıcı bir tanrıya da yer yoktur. İnsan kendini aşa aşa kozmik bir yaratıcı güce kavuşuyordu zaten. Bu “Bildung” anlayışının bir versiyonu olan “Selbstbildung”, yani kendini etik, estetik, pedagojik bakımlardan yaratmak, aslen Sokrates’le girdiği hayali bir diyalogla kendini yıkıp yıkıp yeniden yapabilme becerisi olarak kendini gösteren enteresan bir odak merkezidir. Nietzsche’de pek merkez olmadığını da düşünürsek hele… Ebedi bir dönüş içinde yaşar insan. Yükselip yükselip düşer. Uzak Asya’daki kimi inanç sistemlerinde olduğu üzere, yıkılıp yıkılıp yeniden yapılırken hem tazelenir, hem aynı kalır.

-Çok teşekkür ederiz.

Aksakal: Asıl ben size teşekkür ederim. Yayın hayatınızda tekrar başarılar dilerim. Var olun.

Modernitenin Huzursuzluğu ve “Huzursuz Modernite” Kitabı Üzerine Hasan Aksakal ile Röportaj
Okuyucu Derecelendirme0 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews