Konumuz yabancı düşmanlığı yani zenofobi. Yunanca kökenli olan bu kelime ‘’xenophobia’’, yabancı korkusu-nefreti anlamında olup, ξένος ve φόβος kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Kişinin yabancılardan ya da daha basit ifade edersek kendisinden farklı olan insanlardan korkmasına ve nefret etmesine verilen addır. Yabancılara karşı düşmanlık genellikle kendi içimizde korkuya bir tepkidir. Tipik olarak, bir bireyin iç grubu ile bir dış grubu arasında bir çatışma olduğu inancını içerir. Ancak en önemli detay yabancı düşmanlığının insan gruplarına yönelik büyük ölçekli yıkım ve şiddet eylemleriyle ilişkili olmasıdır. Yabancı düşmanlığının meşru bir zihinsel bozukluk olarak nitelendirilip nitelendirilmediği, devam eden bir tartışma konusudur. Yabancı düşmanlığı, psikiyatri tanı kılavuzlarında ruhsal bir bozukluk olarak tanınmamaktadır. Ancak bazı psikologlar ve psikiyatristler aşırı ırkçılık ve önyargının bir ruh sağlığı sorunu olarak kabul edilmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir.
Gerçek bir korkuyu temsil etse de çoğu yabancı düşmanı insanın gerçek bir fobisi yoktur. Bunun yerine, terim çoğunlukla yabancılara ve göçmenlere karşı ayrımcılık yapan insanları tanımlamak için kullanılır. Yabancı düşmanlığı ifade eden kişiler tipik olarak kültürlerinin veya milletlerinin üstün olduğuna inanırlar, göçmenleri topluluklarından uzak tutmak isterler ve hatta yabancı olarak algılananlara zarar verecek eylemlerde bulunabilirler. Ülkemiz nedendir bilinmez kucaklayan ve herkesi olduğu gibi kabul eden kadim bir Anadolu geleneğine sahip gibi görülse de durum böyle değildir. Ciddi bir ‘’Alevi alerjisi’’ bu topraklarda uzunca yıllardır varlığını sürdürmektedir. Bunu görmemek için ekstra bir çaba sarf etmek gerekir. Alevi bir cumhurbaşkanı adayının varlığı ve aslında ondan önce böyle bir kimliğe sahip birinin cumhurbaşkanı adayı olmakla ilgili toplumda var olan çekinceler bize bu alerjiyi net bir şekilde gösterdi. Kâğıt üstünde böyle bir durumun anlaşılabilir bir yanı yok. Nasıl olur da birisi bir kimseyi sırf Alevi diye sevmez ya da onun varlığından tedirgin olur… Uzun süre bu konunun üzerine düşünmek yerine bunu sadece bir ‘’saçmalık’’ olarak gördüm. Ancak yüzlerce yıldır süren bu durumu sadece saçmalık ya da olmaması gereken bir şey diye kenara atmaktan vazgeçmek ve bu konu üzerine düşünmem gerektiğini fark ettim. Zira yazının başlığında ‘’mevsimsel’’ kelimesini kullanmakla beraber dört mevsim yaşanan bu alerjinin mevsimsel olmadığı açıktır. Sadece bu topraklarda yaşanan bir durum olmadığını da hatırlamak gerekir. Yabancı düşmanlığı, binlerce yıldır insanlık tarihinin şekillenmesinde rol oynamıştır. Eski Yunanlılar ve Romalılar, diğerlerini köleleştirmeyi haklı çıkarmak için kendi kültürlerinin üstün olduğuna dair inançlarını kullandılar. Dünya çapında birçok ulusun yabancılara ve göçmenlere karşı yabancı düşmanı tutumlar geçmişi vardır. Bazı gazeteler o dönemleri yaşamamış olmalarına rağmen kurumsal kültürün bir devamı olarak ayrıştırıcı bazı söylemleri nedeniyle özür dilemiştir. Örneğin, The Guardian gazetesi, 1930’larda Almanya’daki Naziler hakkında yanıltıcı haberler yayınladığı için 2008 yılında okuyucularından özür dilemişti. Benzer şekilde, New York Times, 1930’ların sonunda Nazilerin yükselişi hakkında bazı haberlerde hatalar yaptığı ve Yahudilere karşı nefreti teşvik ettiği için okuyucularından özür dilemişti.
Türkiye’de Alevilerin yaşadığı trajik olaylara dipnotlar düşerek bu yazıyı dramatik bir hale getirmeyeceğim. Olanlar malum. Ama çok yakında bir anekdotu paylaşmadan geçemeyeceğim. 6 Şubat sabahı deprem ile uyandık. Şok içerisinde evde oturuyordum ancak ailesinin yarısı enkaz altında kalan doktor arkadaşımı teselli etmek ve destek olmak için hastaneye gittim. Arkadaşım ailesi için üzülürken ciddi bir kaygı da taşıyordu. ‘’Bizim köy, Alevi köyü. Yardım gitmeyebilir,’’ diyordu. Durumun aslında ne olduğu, böyle bir şeyin gerçekte olup olmadığı konusunda tartışmaya girmek yerine bunu nasıl olduğu üzerine düşünmeye çalışacağım. Birçok etnik azınlığın ırkçılığa/ayrımcılığa maruz kaldığının bilinmesiyle beraber mevcut araştırmalar azınlıkların ya da azınlıkların karışışındaki kalabalık grupların bu deneyimlerine ilişkin pek fazla açıklama sunmamaktadır.
Alevi bir insanın yaptığı yemek yenmezmiş. Bırakın evlenmeyi, yemekten bahsediyoruz. Nasıl olur da bir kimse sevdiği bir insana böyle bir sebeple sırtını dönmek zorunda kalırdı? O günden sonra Sünni annemin yaptığı yemekleri yerken acaba annem bu yemeklere farklı ne koyuyordu diye düşünmekten kendimi alamazdım.
Ben Alevi bir ailede büyümedim ancak pek çok defa bu alerjiye tanıklık etmek zorunda kaldım. Henüz bir lise öğrencisi iken gittiğimiz internet kafeyi işleten ailenin yaşadığı iç meseleye şahit oldum. Anne-oğul arasında yaşanan diyalog ve o genç ağabeyin üzüntüsü gözümün önünden gitmiyor. Alevi bir kızı sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini, annesinin ayağına kapanmış, ağlayarak anlatıyordu. Bir taraftan oyun oynuyordum ancak aklım hep o ağabeydeydi. Niye ağlıyordu ki? Annesi ‘’Hayır!’’ diyordu, o ağlıyordu. Alevi bir insanın yaptığı yemek yenmezmiş. Bırakın evlenmeyi, yemekten bahsediyoruz. Nasıl olur da bir kimse sevdiği bir insana böyle bir sebeple sırtını dönmek zorunda kalırdı? O günden sonra Sünni annemin yaptığı yemekleri yerken acaba annem bu yemeklere farklı ne koyuyordu diye düşünmekten kendimi alamazdım. Aleviler yemeği tuzlu mu yapıyordu? Daha mı baharatlıydı? Biz kızartma severken onlar haşlama mı seviyorlardı? Bilmiyordum ancak büyük bir merak duyuyordum. Büyüdüm ve öğrendim: Hiçbir farkı yokmuş. Peki hiçbir farkı yoksa neden yaşandı tüm bunlar? Neden benim kafam karıştı lise yıllarında? Tuhaf ve saçma sorular soruyor olabilirim ama şunu biliyorum ki kelimelerin belirsiz oluşu düşüncelerimizin, kafamızdaki fikirlerin belirsiz olmasından kaynaklanır.
Peki böyle bir deneyime nasıl sahip olabiliyoruz? Michael Staudigl (2012), önyargıların bizzat sosyal dünyanın yorumlanmasının unsurları ve hatta onu harekete geçiren ana kaynaklardan biri olduğu gerçeğiyle cesurca yüzleşmenin gerekliliğini vurgular. Ona göre önyargılar, grubun kendini yorumlamasının üzerine kurulduğu temel ‘merkezi mit’in rasyonalizasyonu ve kurumsallaşmasıdır. Irkçılığın ya da R. Miles’ın (1989) ifadesiyle “ırksallaştırmaların” (racializations) birçok durumda düşünüm öncesi bir düzeyde aktarılan ve kimlikle ilgili tanımlama tercihlerini ya da dışlanma deneyimlerini beraberinde getiren anlam oluşturma süreçleri olduğu varsayımıyla, fenomenolojik ya da daha kesin bir ifadeyle sosyo-fenomenolojik bir analiz yaklaşımı uygun görünmektedir.
Nihayetinde, kültürel olarak aşırı belirlenmiş anlam bağlantılarının etkisine kapılabiliriz. Belki de bu yüzden Michael Staudigl, biraz karamsar bir şekilde tüm “ırkçı ideolojiler” ortadan kaldırılabilse bile, ırkçılığın hiçbir şekilde sonsuza dek yok edilemeyeceğine inanmaktadır.
Küçük Sünni bir çocuğun zihninde Aleviler ile ilgili çarpık yapılaşma nasıl olur? Berger ve Luckmann gerçekliğin inşa edilebileceğini söylerken bunun bizim durumu nasıl anlamlandırdığımızla ilgili olduğunu öne sürerler. Eğer Alevi bir ailenin evinde pişen yemek daha az tuzluysa ve ben bunu çocuk aklımla Alevi mutfağının böyle olduğu yönünde anlamlandırırsam alın size gerçekliğin inşası. Belki de evde tansiyonu yüksek biri yaşıyordu, yemeklerin daha az tuzlu olması gerekiyordu ancak bizim zihnimizde böyle bir açıklamaya yer yoktu. Kolektif bilinç ya da adına ne derseniz deyin, her şey öznenin nesne ile kurduğu ilişkiyle alakalıydı. Anlam oluşturma, böylesine ilişkisel bir bağlamda kendi başına bir kültür teorisine dönüşür. Nihayetinde, kültürel olarak aşırı belirlenmiş anlam bağlantılarının etkisine kapılabiliriz. Belki de bu yüzden Michael Staudigl, biraz karamsar bir şekilde tüm “ırkçı ideolojiler” ortadan kaldırılabilse bile, ırkçılığın hiçbir şekilde sonsuza dek yok edilemeyeceğine inanmaktadır. Çünkü düşünümsellik öncesi (pre-reflectively) olarak yaşanmış algı şemalarına yerleştiği, öznel alaka sistemine nüfuz ettiği ve günlük yeniden aktivasyonunda zımnen yeniden üretildiği etkileşimin mikro pratiklerine (duruş veya bakış gibi) girdiği için ırkçılık ve bu tarz alerjiler bizimle birlikte olacaktır. Fenomenolojik bir bakış açısı, bu tür bir nefretin, öteki üzerindeki hakimiyetimizi kaybetme kaygımız (onun kendi suretinde görünmesini sağlamak için) ve kendimizin bu “biz” normuna uymayabileceğimiz yönündeki tedirgin edici deneyimimiz tarafından ateşlendiği gösterilebilir.
Bu konuda daha samimi ve cesur çalışmalara ve akıl yürütmelere ihtiyaç vardır. ‘’Aydın’’, ‘’entelektüel’’, ‘’demokrat’’, ‘’kucaklayıcı’’ gibi pek çok güzel sıfata sığınarak kulaklarımızı kapatmak yerine bu gerçeğin üstüne gitmemiz gerekir. Bu yazıyı şahitlik ettiğim ya da bizzat yaşadığım birtakım öznel deneyimler ile bu konunun muhakkak irdelenmesi gereken bir şey olduğunu hatırlatmak için amatör bir şekilde kaleme aldım.