Elma severiz, malum… onun yüzünden yuvamızdan, “yani cennetten” kovulup bu gezegene sürülmüşüz. Yılan “haydi, ye şu elmayı” deyince de hiç ikiletmemişiz, dünden razıymışız yani. Buraya gelince de –faydacıyız ya- elmanın turtasını, suyunu, reçelini yapıp festivalini bile düzenlemişiz! Yasaklara eğilim gösteriyoruz, çok net! Atalarımız baldızlarını baldan tatlı bulup, sözünü bile kemikleştirmiş… Her dönem meşru olan yavanlaşmış ve yasak olan ikonlaşmış.
Yasaklar zaten gerçekleştirilmesi muhtemel eylemler için vardır… yani beklenmeyen bir davranış yasaklanmaz, çünkü zaten gerçekleşmeyecektir. Örneğin çorba servis edilen hiçbir yerde, kaşığını gözünüze sokmak yasak değildir. Ya da birçok ülkede narkotik madde kullanımı yasak iken benzin ya da motor yağı içmek yasak değildir, oysa yutularak tüketilmesi halinde narkotiklerden çok daha zararlıdırlar. Bu durumda yasakların çoğunlukla haz veren (ya da kişisel çıkara sebep olan) davranış ya da seçimlerden ibaret olması şaşırtıcı değil.
Peki yasak, yasak olduğu için daha cazip hale gelmekte midir? En azından bazı yasaklar ve bazı kimseler için böyle olduğuna inanıyorum. Söylenmemesi gereken sözlerin büyük cazibesi turret sendromunu (*) doğurmamış mıdır? Her durumda her sözü sarf etmek meşru olsaydı turret muzdaripleri ağızlarından ne kaçıracaktı?
Diğer taraftan; en sık gündeme gelen yasak ve tabulardan biri olan cinsel sadakate bakacak olursak; bazı bireyler tek eşli oldukları için mi farklı partnerler aramaktadır? Yoksa zaten partner çeşitliliğine meyletmekte iken, tek eşli düzene girdikleri için mi eğilimleri, “yasak” olarak algılanmaya başlanmıştır? Durum daha çok ikinci seçenekten ibaret gibi görünüyor: Adını eski A.B.D. Başkanı Calvin Coolidge’den alan ve kısaca ‘Coolidge Etkisi’ olarak adlandırılan eğilimin birçok memelide görüldüğünü biliyoruz. Araştırmalara göre daha çok erkek bireylerde görülen (ve Psikolog Satoshi Kanazawa’ya göre insanlarda görülme sıklığı, zeka düzeyi ile ters orantılı olan) durum kısaca, daha çok sayıda partnerle birleşmeye yönlendiren bir eğilimi ifade ediyor. Hatta bu sebeple “damızlık” sektörü doğmuş. Aynı boğa, aynı ineklerle bir noktadan sonra sevişmek istemiyor fakat komşu çiftliğe gittiğinde tekrar iştahı kabarıyor. Bu durumdan maddi fayda sağlayabileceğini gören hayvan sahipleri ise ücret karşılığı boğalarını diğer çiftliklere götürüp, boğa ve ineklerin “muhabbet tellalığını” yaparak bir tür büyük baş hayvan fuhuşu başlatıyor ve hiçbir yasağı ya da tabuyu çiğnemiş olmuyor. Boğa memnun, inekler memnun, çiftçi memnun ve hatta damızlık hizmeti faturalandırıldığı için de vergi daireleri ve devlet bile memnun. Bununla birlikte aynı işletmeyi insanlar için kuracak olsak; cinselliğin ticareti ‘fuhuş’ olacağı için hem resmi hukuka, toplumsal tabulara aykırı olacağı için de sosyal hukuka aykırı hareket etmiş olacağız… yani “Ayıp” etmiş olacağız. Kaldı ki faaliyetin asıl hedefi olan döllenmeyi sağlamak için kurulan sperm bankalarının hukuka aykırı ya da “ayıp” hiçbir yönü olmazken, (ve bunu ‘ayıp’ olmaktan uzaklaştırabilmek adına binbir türlü bilimsel alet edevat geliştirmişken), dölleme faaliyetini aslına uygun, doğal yöntemlerle gerçekleştirmeyi vaadeden bir sperm bankası kurulsa… nasıl karşılanacağını hayal edemedim! Mesela bir insan damızlık çiftliği kurulsa ve şöyle bir tabela tasarlansa: “Kadıköy Damızlık Çiftliği, Yüzde Yüz Doğal! Üreticiden Tüketiciye Taze Ürün. Dondurulmuş malzeme kullanmama garantisi.” Acaba başına neler gelir??? “Hayır sayın hakim, fuhuş değil, biz doğal yöntemlerle dölleme hizmeti sunuyoruz.” savunmasının da işe yarayacağını zannetmiyorum. YANİ: Gelenek doğuşlu yasaklar güçlüdür, engel tanımaz, çiftlik açtırmaz! (Not: Yıllardır açmayı planladığım, kendisi için Trakya’da arazi aradığım eko çiftlik fikrim, bu tarz bir çiftlik değildir.) Bence toplum bu konuda biraz da kurban psikolojisindedir; sorumluluk kabul etmez. Yani bir evlilik dışı yaşanan ilişkinin ortaya çıkmasının ardından evlilik zarar görmüşse, üçüncü kişi “yuva yıkıcı” ilan edilir. Oysa ki yuvayı yıkma kararı, durumu kabullenmeyen, yuvanın içindeki partner tarafından alınmıştır. Bütün suçu yüklenen ‘üçüncü kişi’ ise o yuvanın yakınına bile gelmemiştir, hatta büyük olasılıkla o yuvanın sokağından bile geçmemiştir.
Boğa, huzursuz ve agresif toplum karşıtı birey iken; öküz, romantik tren gözlemcisidir.
Yasaklara ve onlara uyma-uymama dinamiklerine göre oluşan toplumsal imajlara bakacak olursak: Önceki paragraftaki örnekte, boğanın konumundaki insanlar kınanırken, damızlık sinerjisinde fazla bir etkisi olmayan öküzün konumundaki insanlar övülmektedir. Öküzle boğanın tek farkı, öküzün kısırlaştırılmış olması, yani testosteron barındırmıyor ya da çok az barındırıyor olmasıdır. Güçlülük benzetmesi “boğa gibi” iken, duyarsızlık benzetmesi “öküz gibi” olmaktır. Ağıla da giren bir yabancıya tehlike arz eden boğa iken, öküz kenarda sakin sakin izleyecektir; sebebi, testosteronun önüne geçilemez motivasyonudur. Boğa, huzursuz ve agresif toplum karşıtı birey iken; öküz, romantik tren gözlemcisidir.
İÜ Adli Tıp Enstitüsü’nde öğrenci olduğum dönemden bir deney hatırlıyorum: bir grup fareden birine verilen bir miktar testosteron, diğer farelere *görünen bir sebep olmadan* saldırmaya başlamasına sebep olmaktadır. Yani erkek cinselliğini körükleyen testosteron, aynı zamanda agresiflik ve uyumsuzluk da getirmektedir. Bunların da yanında her anlamda daha girişken olmayı sağlamaktadır. Cinselliği, kas kütlesini, fiziksel performansı ve her anlamda fiziksellik barındıran girişken tavrı pompalayan testosteron etkisini insana uyarladığımızda, modern toplumlarda “ayıp” olmakta ve kınanmaktadır. Duruma diğer bir açıdan bakacak olursak: bir memeli türün daha sağlıklı, daha zengin bir gen havuzuna sahip olarak devam etmesi için işlev gören testosteron, insan toplumlarında aynı işlevi yerine getirdiğinde sosyal tabu karşıtı bir duruşa sebep olmaktadır.
Bu durumu farkedip rahatsız olan Nietzche, suçu Katolisizm’de bulmuş ve pasifizasyona övgü niteliğindeki bu toplumsal tavra geçişi de “Ahlakın Geçişi” olarak tercüme edilebilecek “Transition of Morality” olarak adlandırmıştır. Nietzche’ye göre, Vatikan Hegemonyası öncesi Avrupa Toplumları’nda, toplumsal anlamda güçlü ve etkili olmak “iyi” olarak ve bunun tam zıttı olan, toplumsal bir etki yaratacak güce sahip olmama durumu da “kötü” olarak algılanmakta iken, Vatikan’ın yaydığı “Tanrı’nın iyi kulu” profili, birşey yapmayarak “iyi” olmakta, sadece Tanrı’nın aciz kulu olma tavrıyla övgü toplamaktadır. Bununla birlikte de öncesinde “iyi” görülen, belki imrenilen, toplumsal anlamda güçlü kişiler de “kötü” algılanmaya başlamıştır. Örneğin hali vakti yerinde, yasal sınırlar dahilinde varlığını arttırmış ve korumuş bir birey, Vatikan öncesi dönemde konağında bir parti organize edip sabaha kadar eğlendiğinde iyi karşılanmakta, hatta kendisine imrenilmekte iken, Nietzche’nin ‘Ahlak Geçişi’ olarak adlandırdığı değişim gerçekleştikten sonraki dönemde “Şeytani” olarak algılanmaya başlamıştır. Acziyete övgünün pompalandığı bu durum, toplum bilinçaltını, ‘uzaktaki bir liderin tebası’ (Cennet’teki Lord) olmaya yöneltiyordu.
Katolisizmin çıkış noktası olan inanç disiplinine bakacak olursak; “O, gittiğim yerdedir.” ve “Bana inanan 3 kişinin toplandığı yer kilisemdir.” Vb. sözlerle, ilahi işleyişin her yerde olduğuna dikkat çekilirken, Roma, halkı daha kolay kontrol edebilmek için çok tanrılı panteona göre, tek tanrılı bir sistemi daha rahat kullanabileceğini farkedip bu yeni inanç sistemini evlat edinmiş ve acziyete övgüsü de günümüze kadar ulaşmıştır.
Bir önceki paragrafta yazdıklarımdan, ilahi bir düzene dair inançsız olduğum izlenimini vermek istemem: Sadece, insanlık tarihi boyunca toplumsal övgü ve yergi kalıplarının yönlendirildiğini, bu yönlendirmenin de bazen bir takım güç odakları tarafından, bazen de toplumun yapısal eğilimleri tarafından yapıldığını ve inanç sistemlerinin de bu yönlendirmeye hedef olmuş olduğunu belirtmek istedim. Tabi bu durum, şöyle bir gerçeği daha beraberinde getirmektedir: Eğer bir yaygın inanç sisteminin özgün halini öğrenmek istiyorsanız, ilk aşamada karşınıza çıkan yüzeysel tanım sistemiyle yetinmemeniz gerekmektedir.
Toplumun kendi yapısal / etnik yönelim ve komplekslerinin doğurduğu bazı kalıplara bakacak olursak: Ülkemizde bir sosyo-kültürel aralık içerisinde tuvalete ‘tuvalet’ demek ayıp kabul ediliyor! Bu çevrelerde “Tuvalet” yerine “Lavabo” deniyor. Bu sosyo-kültürel aralığın altında kalan kesim bazen, “tuvalet” demenin ayıp olmadığını kabul ettiği için değil, ayıp olsa da söylemekten rahatsız olmadığı için “tuvalet” demeye devam edebiliyor. Üstünde kalan kesim ise tuvaleti “tuvalet” olarak adlandırmanın “ayıp” olmadığının bilincinde. Ya da orta ve üst düzey restoranlarda, yemeğinize tuz ya da diğer bir malzeme, baharat vs “koymak” gayet normal iken, sokak büfelerinde büfeci siparişinizi hazırlarken “turşu koyayım mı?” demiyor çünkü “koymak”, cinsel içerikli küfürlere çağrışım yapıyor. Büfeci de müşterisini gücendirmek istemiyor ve “turşu olsun mu?” diyor! Sanki ilahi bir işleyiş zuhur ettiriyor; “ol dedi oldu” gibi… “Turşu olsun mu?”… Sözel kalıp olarak garip gelse de ülke çapında bu şekilde kullanılıyor.
Aynı toplumun sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik katmanları arası ‘ayıp’lar değişebildiği gibi, farklı toplum yapıları arasında daha radikal ayıp skalaları görebiliyoruz: Örneğin bir batı toplumu orta, orta-üst ve üst sosyo-kültürel yapılarında, yetişkin çiftlerin sosyalleştiği ortamlarda bireyin, arkadaşının partnerinin güzelliğine kompliman yapması takdir gören bir davranışken, ülkemizin birçok bölgesinde cinayete bile sebep olabileceğine inandığım bir durumdur.
…aslında yaşamak için zevk alırız.
Toparlamak gerekirse: Yasaklar, zaten gerçekleşmesi beklenen davranışlar için getirilir. Haz veren davranışların da gerçekleştirilmesi beklenir. Zaten hazzın haz olması çoğunlukla türün devamı için genetiğimizde yer alan kodlamanın bir sonucudur. Haz veren kokular, bedenimize faydalı bir aromayı işaret ederken, rahatsız eden kokular, sağlığımıza zararlı ortamları yansıtmaktadır. Örneğin, insan dışkısının kuru ağırlığının 1/3’ü bakteridir. Yakınında bulunmak bile sağlık riski barındırır. O sebeple de yaydığı koku, algı sistemimiz tarafından “kötü” olarak yorumlanır. Haz örnekleri de –bazı istisnai durumlar hariç- bunun tam tersidir. Yani her ne kadar hazsal durumlar, ihtiyaçtan daha çok lüks olarak algılansa da aslında yaşamak için zevk alırız; çünkü zevkin zevk olmasının sebebi, yaşamsallığımıza katkı sağlamasıdır.
Sadakat içsel bir kavramdır. Bütün yasaklar için; ‘yasağa uymak’ kurban olmak iken, kabullendiğimiz sistemi içselleştirip, zaten yasakla sınırlanmamız gerekmeyecek çerçevede yaşamak ise özgürlüktür.
Bazı hazların yasaklanması, onlara karşı duyulan eğilimi arttırır mı? Belki. Örneğin, sigara içmenin yasak olduğu bir ortamda zaman geçiren nikotinmanlar, serbest kaldıktan sonra birkaç sigarayı ard arda içer. İlk yarım saatte içilen birkaç sigara, belki nikotin düzeyini arttırmak içindir fakat devamındaki saatlerde de normalin daha fazlası miktarda sigara tükettikleri görülür. Adeta sigara yoksunluğundan korkan bir alt benliği sigarasız kalmadıklarına ikna ediyorlardır! Tabi nikotinmanlıkta bağımlılık söz konusudur, bağımlılıkta da tercihsel hazlar, ihtiyaca dönüşmüştür. Fakat yine de yasağa tepki karakteristiğini gösterebilir. Son olarak belirtmek istediğim bir nokta da; yasaklara yasak oldukları için uymanın insan onurunu zedeleyen bir yanı olduğuna inanırım, bunun yerine yasağın gereklilik sebebini algılayıp, hazmedip, kişisel tercih olarak uymayı ise insan olgunluğuna daha çok yakıştırırım. Yani bütün gün nefsani zevkleri düşünerek oruç tutmak ne kadar anlamsızsa, başkalarıyla birlikte olmayı isteyerek tek eşli ilişki sürdürmek de o kadar anlamsızdır. Sadakat, içsel bir kavramdır, *bütün yasaklar için* ‘yasağa uymak’ kurban olmak iken, kabullendiğimiz sistemi içselleştirip, zaten yasakla sınırlanmamız gerekmeyecek şekilde yaşamak ise özgürlüktür.
Ozan Olguner.
Müzik: