Rengini Belli Et!
‘’Rengini belli etmiyor’’ , ‘’Kapalı kutu’’, ‘’Tarafını seç’’ ve benzeri bir çok tespit gibi gözüken ama basbayağı eleştirel gözlem olan söylemlerle karşılaşmışsınızdır ömrünüz boyunca elbet. Hatta benzeri bir çok durumda aynı söylemleri bir başkasına da yöneltmiş olmanız kuvvetle muhtemel. Hayatı çok bilinmeyenli bir denkleme benzetirsek ve her birimizin öznel deneyimleriyle bu bilinmeyenlerin hem ön çarpanlarının hem de sayılarının değiştiğini hesaba katarsak ‘’belirsiz’’’liğin hayatın özü olduğu noktasında uzlaşabiliriz sanki. Hatta matematiksel olarak gerçekleşme ihtimali çok ufak olan şeyleri gerçekleştiklerinde sanki hayatı yenmişçesine bir edayla ‘’Mucize’’ diye nitelememizden tutun da, sorumluluklarımızdan kaçmak için sığındığımız şanstan ibaret “ kader’’e kadar belirsizliğin hayatımızın önlenemez ve istenilen bir parçası olduğu da aşikar. İster bilimsel ister tinsel, hangi disiplinden yaklaşırsak yaklaşalım, ister sırtımızı şansa yaslayalım ister şansı yok etmek için deneysellikle belirleme yoluna gidelim elimizde kalan hep bir tutam belirsizlik oluyor. Üzerine düşünürken insan kendi kendiyle mücadele içinde hissetmeden edemiyor sanki. Sahi unutarak, kaçarak, hayal kurarak kendine duygulanım yaratan, ‘’sıkıntı’’ zincirlerini kıran insan neden onun yegane kaynağını aynı anda yok etmek için uğraşıyor? Yoksa bu şizofreni durumundan anlamsız bir zevk mi alıyor?
Belirgin Belirsizlik
Hayatta kalmak için evrildiğimizi göz önünde bulundurursak bir şeyleri nitelendirmenin bu yolda ne kadar önemli olduğunu da kavrayabiliriz. Dolayısıyla tanımlanamayan olaylar, durumlar hatta yeri geldiğinde hayat bulan oldukça düşük olasılıklar içimizde “kontrol” de olmamanın korkusunu da uyandırıyor. Neden geldiğimizden, nereye gittiğimize kadar bilinmezlerle dolu kiraladığımız yaşam bize her saniyesinde amiral koltuğunda olmadığımızı farklı yollarla zaten bize hatırlatıyor. Bu korku da yaşamın kamçısı oluveriyor işte. Aslında korku, üzüntü, endişe ve bunlara benzer koyu renkli, karanlık duygular bizi yaşamdan koparıyormuşçasına hissettirirlerken aynı zamanda mutluluk, gururlanma, verici olma gibi hayatın nispeten aydınlık duygularına da yol açıyorlar. Sanki hayatın farklı renklerini ya da olasılıklarını yaşadıkça olan biten hakkında gerektiği yerde daha dirayetli, gerektiği yerde şükran duygusuyla yaklaşabiliyor gerektiğinde de isyanla devrimler yaratabiliyoruz. Bunların hepsi ayrılmaz bir bütünün parçası, aynı insanlık tarihi gibi. Gelmiş geçmiş medeniyetler, önemli savaşlar, nitelikli yöneticiler, bilim insanları, yazıtlar, buluşlar aslında hepsi görece aynı insanın farklı zamanlarda farklı yönlerinin ortaya çıkmasından ibaret. Tabii sadece bilimsel, mantıksal yaklaşımla hayatı değerlendirdiğimizde her şey birden anlamsız, beton grisi bir renk alabiliyor. Bir espriyi öğelerine ayırmak gibi adeta. Yaşananları, duyguları nedensellik içerisinde yorumladığımızda ‘’belirleyebilme’’ yeteneğinin getirdiği güven hissiyle, ‘’gizemsizlik’’ hissinin getirdiği anlamsızlık arasında bocalamaya başlıyoruz. Hem öngörmek, bilmek, doğruyu yapmak, korkularımızdan arınmayı arzuluyoruz hem de bizden daha güçlü, adaletli ve belirleyici bir şeye sığınıp, kendimizi bu adına yaşantı dediğimiz hengamede yine aynı hayatı romantize edebilmek adına akışa bırakmanın hesaplarını yapıyoruz. Bugün akademik manada algılanan ve akla ezber eğitimi getiren ‘’Felsefe’’ aslında günlük hayatımızda hiç de felsefeye mal olmuş kişi ve teorileri bilmeden yine onların düşüncelerine benzer hatta kimi zaman tamamen aynı düşüncelerin hüküm sürdüğü hayatımızın her anını nerdeyse kaplayan anlam üretme çabamız değil mi? Gerçekten ne istediğimizi biliyor muyuz? Hayatı hem romantize edip hem de belirleyebilir miyiz? Sanki bu iki uç arasında gezinmek nihayete erdirmekten daha keyifli geliyor bizlere. Bilim ve onun deneyselliğe bağlı metodları getirebildiği cevaplarla beraber ‘’romantizm’’’i de öldürüyor sanki. Bunun sebebini bilime yüklememek gerek tabii, kurulan düzenden mutlu olmayan, aradığı hayatla ilgili tüm soruların doğru cevaplarını öğrense daha da mutsuz olacak milyonlar yok mu şu garip dünyada? Sahi hakikaten hazır mıyız çok sevip bir türlü erişemediğimiz hayatımızın aşkını aslında asla hak etmediğimizi duymaya? Ya da beklediğimiz ama asla göremediğimiz onaylanma ihtiyacının dibinde aslında tamamen bizim hatalarımızın yattığını öğrenmeye? Ya da uğruna kendimizi hayatımızı feda ettiğimiz ideolojilerin birer sahtekarlıktan ibaret olduğunun farkına varmaya? İyilik ya da kötülük diye kodlayarak eylediklerimizin aslında göründüklerinin aksine tamamen bencil genlerimizle alakalı olduklarına? Sorular devam eder, cevapları da elbet fakat kalıcı olan bir şey var ve sanki çoğunluğumuzun sessiz sedasız üstünde uzlaştığı o da bir şeylerin de belirsiz kalmasını istediğimiz, kendimize yalan atmaya ihtiyacımız olduğu, hayatın tüm sorumluluğunu üstümüzde hissetmemeye de değil mi? İşte tam bu yüzleşme noktasında dijital çağımıza bir göz atmaya ne dersiniz?
Dijital Hakikat
Hakikat ve yorum iki ayrı olgu elbet. İnsan yapısı işte bu iki olguyu birbiriyle karıştırıp sunmaya bayılıyor. Dilin geliştiği yerde yalanın başladığı iddiasından iletişimin yanlış anlaşmadan ibaret olduğunu iddia eden psikologlara kadar bu durumu doğrulayabiliriz sanki. Hal böyleyken huzurlu bir toplum için elzem olan adaleti tesis etmek oldukça zorlaşıyor. Neyse ki teknolojik gelişmelerle kanıta dayalı adalet sistemini kurmak daha kolaylaştı. Kameralar, yazılımlar ve çağa uygun yasalarla geliştirilen anayasal sistem yarattığımız karmaşık medeniyetin devamlılığı açısından umut vaat ediyor. Bu gelişmelerin yanında belki de ‘’tarih tekerrürden ibarettir’’ önermesine doğrularcasına faşizmin kuzeni popülizmin de yükselişte olduğuna tanık oluyoruz. Üstelik demokrasinin kök saldığı, geçmişi olan ülkelerde popülist kitle hareketlerinin cereyan etmesi dünyanın yönetimsel manada sorunları olan geri kalanı için bir nirengi noktası krizi doğuruyor. Kanıtlanabilirlik belki de adaletin hatta hakikatin temeliyken, neden bugün fake-news’ların kol gezdiği ‘’truthiness’’1 kelimesinin yılın kavramı seçildiği bir dönemdeyiz? Hangi kitap olduğunu üzülerek hatırlamamakla beraber mealen şöyle bir cümle okumuştum ‘’suç doğu toplumlarında insanların başına gelirken, batı toplumlarında işlenir’’ Coğrafi olarak cümlenin doğruluğu elbet tartışılır fakat bu tam olarak belirlenebilirlik ile romantizmin mücadelesi değil mi önceki paragraflarda bahsettiğimiz? Bugün bir hakikat üzerine farklı yorumların çatıştığı bir çağda değil, aksine bir konu hakkında tonlarca hakikatin olduğu iddia edildiği yorumlarla bezenmiş bir kakafonide yaşıyoruz. Herkes kendi hakikatini oluşturmakla meşgul, hakikatin kendisini aramaktan ziyade. Hedef hakikati bulmak olup, ararken bulunan kanıtlar birer araç olması gerekirken bugün hakikat istediğimiz ve belli, biz sadece geriye dönük olarak ‘’bizim hakikatimizi’’ doğrulayacak kanıtları arıyoruz. Araç ile amaç birbirine karışmış durumda yani. Sosyal medyanın kontrolsüz hızı, dezenformasyonu, propagandası insanların bencillikleriyle birleşmiş durumda. İçinde bulunduğumuz durumdan yalnızca Facebook, Twitter, Instagram ve daha nice sosyal medya platformlarını sorumlu tutmak ne kadar tatlı gelse de ve omuzlarımızdan harika yük alsa da yüzleşelim biz de bu sorunun mağduru olduğumuz kadar yaratıcısı durumundayız. Sahi neden elbirliği etmişçesine hakikatin ölümüne taş taşıyoruz?
1 Truthiness: Doğrumsu, hisettiğinin doğru kabul edilmesi.
Kitle Psikolojisi
Yazar Eric Hoffer ‘’Kesin İnançlılar’’ kitabında kitle liderinin takipçilerine sözleriyle adeta yeni bir ruh üflediğinden bahseder. Takipçi lideri ile özdeşleşir, adeta yeniden doğar hatta yeniden kimliklenir. Az önceki hayat mağlubundan eser kalmamıştır, o artık asrın mümini, milletinin yılmaz ve affetmez savunucusu, toplumsal sınıfının gaddar yöneticisidir. Görünürde üflenen ruh aslında kişinin maddi hayatında pek bir şey değiştirmez ama önemli olan hissedilendir. Çünkü hepimizin bildiği gibi ‘’algı gerçekliktir’’ Bir hareketin parçası olmak, bir tezi savunmak, münazara etmek, takımdaş olmak, ‘’biz’’ hissetmek elbette çok insani ve makinamıza geri döndürülemez bir biçimde işlenmiş olan bu itkiden kurtulmak bir nebze hayalperestlik belki, fakat ya asıl sorun bizim oluşumuzda değilse? Kitle psikolojisi ve ona dahil olanların sorgusuz sualsiz, fanatikçe yaklaşımları hep eleştiri konusu olmuştur. Doğrudur da sonuçta tarih boyunca yol açtığı acılar hatta hala devam etmekte olanları düşünürsek bunun karşısında duranların suçlayıcı tutumları gerçekten bir hakkaniyete dayanıyor. Fakat cevaplanması gereken bir soru daha var sanki ve kendi haklılığımıza sığındıkça körleşiyoruz bu soruya. Herhangi bir kitle hareketinin parçası olmak kolaylaştı mı? Ya da bir harekete sığınma ihtiyacını körükleyen nedir? Belki de kendilerini zararlı kitle hareketlerinin yılmaz savunucuları hisseden ama aslen direkt kurbanı olan kişileri onlar için onlara rağmen ikna etmenin yolu bu ihtiyacı neyin yarattığını irdelemek ve çözmekten geçiyor. Hakikatin önemini yitirdiği, bozulup isteğe bağlı yeniden türetildiği, kimsenin aslın peşinde olmadığı sadece kendi doğrularını dayatma üzerinden fikir ayrılıklarını yönetmeye çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Hal böyleyken bizi platformda olabildiğince fazla zaman geçirmekten para kazanan ve bunun için tasarlanmış algoritmalar yüzünden bu durum perçinleniyor. Çünkü algoritmanın hedefi maalesef ama pek şaşırtmayan bir şekilde bize doğru bilgiyi vermek değil, adaleti sağlamak değil, ‘’sapkın’’ fikirlerin naif akıllara girmesini engellemek hiç değil, sadece bizi ortamda tutarak bize bir şeyler satmak. Teoride milyarlarca insanla buluşabildiğiniz ama aslen sadece sizinle aynı veya benzer fikirde olanlarla rastlaştığınız bir ortamda doğal olarak hakim fikrin kendinizinki olduğunu sanıyorsunuz kolayca. Haklı ve kalabalık hisseden neden uzlaşsın ki? Demokrasi algısı da ‘çoğunluğun diktasına dönüşmüyor mu tam olarak bu şekilde? Üstüne üstlük herhangi bir tartışmaya girdiğimizde dezenformasyonun da etkisiyle aynı olayın birbirinden oldukça farklı versiyonlarına maruz kaldığımızda karşımızdakinin niyetini okumaya başlıyoruz. Hepimizin bir olayı izlediği, okuduğu mecralar farklı ve yine bizce doğru olanı da o versiyonu. Bu düşünce yapısı beraberinde ‘’bizim’’ hakikatimiz ve onu ‘’yalanlamaya çalışan alçaklar’’ ayrımına götürüyor bizleri. İletişim altın kurallarından birinin de niyetin algısı olduğu düşünülürse, karşınızdaki ‘’sizce’’ yalancı, kötü niyetli kişiyi neden dinleyesiniz ki? Buraya kadar bizim toplumca bu kakafoniye katkımızdan bahsettik peki ya finansal sistemi nereye koyacağız? Uzunca bir süredir aynı sistemin görünürde birbirinden farklı ama eylemde aynı partileri arasında sürüklenmedik mi? Oy farklı, söylem farklı ama sonuç hep aynı değil mi? Birçoğumuzun zevkle izlediği ‘’Taht Oyunları’’ filminde tahtın asıl varisi olduğunu iddia eden Daenerys Targaryen farklı hanelerin yüzyıllara yayılmış taht mücadelesi için şöyle diyordu: ‘’Targaryen, Baratheon, Lanister, Stark, zaman zaman birbirlerinin üzerine çıkan dönen bir çarka benziyorlar. Altında ezilen halk ise aynı. Ben bu çarkı durdurmayacağım, ben bu çarkı kıracağım’’ Özetini aktardığım konuşmanın etkileyici olduğu kuşkusuz fakat gerçekte olan da bu değil mi? Hiçbir şeyin değişmediği yerde sistem şu ana kadar geliştirilmişleri arasında en hakkaniyetlisi de olsa değerini yitirmiyor mu ister istemez akıllarda? Derinde biriken öfke, kifayetsizlik farklı sınıflardan gelen insanlarda aynı değil mi? Bunun sonucunda içten içe hepimiz bu düzenin değişmesini istiyoruz ve biri çıkıp ilk defa diyor ki ‘’Ben bu çarkı kırarım’’ Belki insanlık tarihinde aynı ‘’numara’’ çokça kullanıldı, devrimler oldu, yeni tiranlıklar kuruldu fakat insan hep yaşadığı ana bağlı. Zaten yaşanmışlıklardan çıkarılan dersler benimsenseydi aynı hatalara yüzyıllardır düşüyor ve devrim diye çok eskiden yapılmış şeylerin kötü benzerlerini yeniden keşfediyor olmazdık değil mi?
Bunların Hepsi ‘’Komple’’ Teori
Peki iyi güzel de ne okumuş olduk şimdi? Dediğinizi duyar gibiyim. Kısaca özetlersek; hayatımızın tek hakimi değiliz ve bu bizi oldukça korkutuyor, bilmek istiyoruz ama aynı zamanda bu bilmeyi bilmeyişlerle donatarak istediğimizde esnekçe kaçabilmek de istiyoruz. Hakikatin yalanla bezenmesinden muzdaribiz ama herkesin bizim hakikatimizde buluşmasını isteyecek kadar demokratız. Mutlu değiliz ama mutsuzluğumuzun bir nedeni de yine kendimiziz, cevaplar arıyoruz ama cevapları duymaya hazır değiliz, umuda ihtiyacımız var ama müesses nizamı bozacağını söyleyenler nedense anlık nizamı tesis edenlerle aynı kişiler gibiler. Tüm bunlardan geriye yazdığım belirsizlikler içerisinde bize rahat veren, kolay anlaşılır, hakim hissettiren, belirleyici ‘’komplo teorileri’’ kalıyor. Deniz suyu içerek susuzluğumuzu gidermeye çalışıyoruz farkında değiliz. Komploya sığındıkça asıl sığınma nedenimiz olan her şeye zarar veriyoruz. Önce hakikati kurtarmamız gerekiyor, sosyal medyada hakikati avlıyoruz. Ne çıkar bu kadar düşünmekten bu da gelir geçer neden kafa yoruyorsun değil mi? Nasreddin hoca fıkrası gibi bir yaşam işte. Bir gün Anadolu’yu fetheden zalim hükümdar Timur çadırına Nasreddin hocayı çağırır ve ondan eşeğe üç ay içerisinde yasin okutmasını ister. Nasreddin Hoca da kabul eder. Çadırdan dışarı çıktığında ahali etrafını sarar ve ona bu isteği kabul etmekle kendi ölüm fermanını imzaladığını söyler. Nasreddin Hoca da döner ve şöyle cevap verir: Üç aya ya eşek ölür ya ben ya da Timur!’’
Anlayacağınız bu yazdıklarımın hepsi ‘’komple’’ teori-si! Mi? Acaba?