Cebimdeki Ekmek Kırıntıları ismini neden tercih ettiniz?
Kadim bir çocuk masalından mülhem. Grimm Masallarındaki Hansel ile Gretel’in masalı. Çocuklarını üvey annenin baskısıyla ormana terk etmek zorunda kalan bir baba var. Küçük oğlan ertesi gün başlarına gelecek olan felaketi duyar. Bırakıldıkları ormandan geri dönebilmek için cebine sakladığı ekmek kırıntılarını yol boyunca yere atar. Ama ne yazık ki kuşlar yer ekmek kırıntılarını. Çocuklar ormanda kalır eve dönemezler. Ama bu mecburiyet onlara yeni ve çok daha mükemmel bir hayatın kapılarını açacaktır. Kendi hayat yolculuğumuzu da bu hikayeye benzetiyorum. Eninde sonunda derdimiz sağ salim eve dönmek. Bunun için başımıza gelenlerden, okuduklarımızdan ve duyup şahit olduklarımızdan küçük kırıntılar biriktiriyoruz belleğimize. Doğru düzgün yaşayıp eve dönebilmek için başvurduğumuz kırıntılardan başkası değil belleğimizde birikenler.
Kitapla ilgili hiçbir fikri olmayan birine kitabı nasıl anlatırdınız? Sizce bu kitapta öne çıkan tema nedir?
Akıldanelik yapan, nasihatler veren, kibirli bir kitap olmasın istedik. Öğretmen, psikolog, din adamı ya da siyasetçi edasıyla hayata dair akıllar fikirler veren, üstenci bir dile mahkum olmamasıydı derdim. Umarım aklımdakileri gerçekleştirmişimdir.
Kitabı okuyacak olanlara söyleyebileceğim tek şey, asıl olan yoldur, vuslat diye bir şey yok. Hedefe varamadık bir türlü hayal kırıklığı yaşamasınlar, yolculuğun kendisi bizzat hedeftir.
Cebimdeki Ekmek Kırıntıları, Yenal Bilgici’nin soruları ve sizin cevaplarınızdan oluşan bir söyleşi kitabı. Şimdi de ben size soracağım siz cevaplayacaksınız. Söyleşinin söyleşisini yapacağız yani. Buradan soru sormanın önemine değinmek istiyorum. Soru sormanın bir sınırı olmalı mı sizce? Çizgiyi nereye çekmeliyiz?
Bazı şeyler karşılıklı konuşmayla çok daha verimli bir sonuca ulaşır. Bu ilişkide asıl doğru soru çok önemli. Doğru soru sorulursa doğru cevap mümkündür. At sahibine göre kişniyor. Bulunduğunuz zemini iyi belirlemişseniz sorunun sınırı olmaz bence. Yenal’la yapmaya çalıştığımız şey ikimizin de derdi olan mevzuları hiçbir kısıtlamaya girmeden sohbet eder gibi masaya yatırmaktı. Saatlerce, günlerce konuştuk ama sonrasında Yenal’ın zanaatı çok kıymetliydi bence.
“Kişi kendinden bilir işi. Elini kalbine koyup konuşacaksın. Samimiyetten başka hiçbir silahı yoktur insanın. İçinden geçeni, sana yabancı olmayan her şeyi, en samimi yerden ve çekinmeden sorduğunda zaten doğru soruyu sorarsın.”
Medyascope’ta yönetmenleri, senaristleri; kısacası bir filmin yapım sürecine dahil olan insanları konuk ettiğim “Film Çıkışı” isimli bir sinema programı hazırlıyorum. Bu programa hazırlanırken konuklarıma nasıl daha önce kimsenin sormadığı sorular sorabilirim diye düşünürüm. Sizce daha önce kimsenin sormadığı soruları bulabilmek önemli mi? Farklı sorular sorabilmek için ne yapmak gerekir?
Kişi kendinden bilir işi. Elini kalbine koyup konuşacaksın. Samimiyetten başka hiçbir silahı yoktur insanın. İçinden geçeni, sana yabancı olmayan her şeyi, en samimi yerden ve çekinmeden sorduğunda zaten doğru soruyu sorarsın. Sonsuz bir amatörlükle yap işini ama konuştuğun mevzuyla ilgili yeterli donanımdan sonra.
Bazen yazdığınız kitapları okurken sesinizi duyar gibi oluyorum. Konuşmalarınızı dinliyorum; bu sefer de bir kitabınızı okuyormuş gibi hissediyorum. Yazı dilinizin günlük konuşma dilinizle iç içe geçtiğini düşündünüz mü hiç?
Zaten istediğim ve peşine düştüğüm şey de bu. Daha açık anlaşılır ve basit nasıl yazabilirim? Kısa, süssüz bir dil. Fazlalıklarından arınmış. Yanımızdan geçip giden yollar gibi, akıp giden sular gibi, hayat gibi.
Cebimdeki Ekmek Kırıntıları 11. kitabınız. Bu kitapta diğer kitaplarınızda da olduğu gibi okuyucuyla samimi bir iletişim kuruyorsunuz. Bu samimiyeti kurmayı ve sürdürmeyi nasıl başarıyorsunuz?
Kendimden vazgeçmiyorum galiba. Esasında sinemada da benzer bir halin peşindeyim. Oyunculuğumu da böyle yapmaya çalışıyorum. Senaryolarımdaki diyalogları da hayatın içinden olduğu gibi almaya, ayniyle seçmeye çalışıyorum. Nasipse Adayız filmini çekmek için sete çıkmaya hazırlanırken yapımcım soruyordu bana. ‘’Nasıl bir film hayal ediyorsun abi, nasıl bir film çekmek istiyorsun?’’ ‘’Peri Gazozu gibi bir film çekmek istiyorum’’ demiştim. Onun gibi açık, sade, anlaşılır ve dürüst.
“Kaybolmak iyidir çoğu zaman! Hiç bir zaman başarısızlık değildir. Geri çekilmek, beklenilmeyen bir yere gitmek, kendini bulmak için bir fırsattır hatta.”
Kitabın bir bölümünde özellikle genç hikayecilerin hikayelerini takip ettiğinizden bahsetmişsiniz. Bu genç hikayecilerden, kısa hikaye yazanlardan bize tavsiye edebileceğiniz isimler var mı? Nasıl hikayeler kaleme alıyorlar?
Artık genç sayılırlar mı bilemem ama, Ayfer Tunç, Ahmet Büke, Yavuz Ekinci, Hüseyin Kıyar, Mustafa Çiftçi, Ayşen Aksakal, Neslihan Önderoğlu ilk aklıma gelenler…
Hepsinin de ortak özelliği, hayatın içinden, samimi ve hassas ayrıntıların peşine düşmüş olmaları.
Farklı dallardan beslenen bir insansınız. Yönetmen, hekim, senarist, yazar, oyuncu kimlikleriniz var. İnsanlar genelde tek bir iş üzerinde odaklanıp o işte uzmanlaşmak ister. Bunu yaparak neyi kaçırmış olurlar? Sizin “uzmanlık alanım budur” dediğiniz bir alan var mı?
Benim yaptığım işler birbirinin önüne geçen, birbirini engelleyen ya da eksilten şeyler değil. Fark burada. Benim dağınık gibi görünen işlerim birbirini çoğaltan özelliğe sahip. İnsanın bir şeyi iyi bilmesi elbette önemli ama onu gerçekleştirmesi ve giderek daha ileriye taşıyabilmesi için başka uğraşlarla ve okumalarla onu tahkim etmesi gerek.
Bu farklı dalların içerisinde dağıldığınız, kaybolduğunuz oluyor mu?
Kaybolmak iyidir çoğu zaman! Hiç bir zaman başarısızlık değildir. Geri çekilmek, beklenilmeyen bir yere gitmek, kendini bulmak için bir fırsattır hatta.
Tarihten biliyoruz: Odysseus kaybolduğunda eşine olan aşkının farkına varmıştı, Kristof Kolomb kaybolduğunda Amerika’yı keşfetmişti. Bazı yolculuklarda, yolcular yollarını kaybettikleri zaman kürekleri gemiye alırlarmış, artık hiç bir yere gitmedikleri zaman muhteşem adalara ulaşırlarmış böylece.
Ama zamanı yönetmekte zorlanıyorum artık. Yetmiyor çünkü! İştahımı biraz engellemeliyim. Yaşam oburu olmakta bir beis yok ama insan vücudu yaşlandıkça eski enerji ve hareketliliğini kaybediyor ne yazık ki.
“Bence hayat, eğer siz talep ederseniz ve ısrar ederseniz; istediğinizi de hakikaten içselleştirerek isterseniz bir öğrenmeler manzumesinden başka bir şey değildir” demişsiniz kitabın bir bölümünde. Hayat bir öğrenmeler manzumesi. Kitabın bir bölümünün ana başlığını da oluşturuyor bu cümle. Bir şey nasıl içselleştirerek istenir sizce? Bu nasıl gerçekleşir? İçselleştirerek öğrenmenin nasıl bir etkisi vardır?
Hayat bir öğrenmeler manzumesidir. Ölünceye kadar da bitmeyecek bir okuldur yeryüzü.
Hayatın kenarına ilişmeden yapabiliriz ancak bunu. Hayatın sahibi olmak, yangının ortasından konuşmak, yanmaktan çekinmemek gerek. Okula devamsızlık yapmayacağız yani!
Kitapta, son dönemde önünüze gelen senaryolarda ortak metafor olarak ‘Obruk’ un kullanıldığını anlatıyorsunuz. Akla hemen Özcan Alper’in Karanlık Gece filmi ve Emin Alper’in Kurak Günler filmi geliyor. Bu iki film birbiriyle çok kıyaslandı ve benzetildi. Siz bu iki hikaye hakkında ne söylersiniz? Böyle ortak hikayelerin şimdi çıkmasının nedeni nedir?
Aynı dönemin benzer duyarlılıklarına sahip insanlar ikisi de. Anlayabiliyorum. Obruk büyük çöküntü demek biliyorsun. Kitaptan birkaç cümle ödünç alacağım burada: ‘’İnsanlar belli ki bu duyguyu taşıyorlar. Bende de, sinemamda da benim kafamdaki bir çok senaryoda da mutlaka bir ana motif, tema olarak çöken, kokan, çürüyen, patlamak üzere olan, bir lağım, bir kanalizasyon duygusu uyandıran bir şey vardır. Ama bu kadar değildi. Hiç bir zaman bu kadar olmamıştı. Bu çok tekinsiz.’’
Kitabın bir yerinde, okurken cümlelerin altını çizmenin ve kitap üzerinde notlar almanın öneminden bahsediyorsunuz. Sanırım bir kitabı gerçekten okuyup anlamaktansa ne kadar hızlı okunduğuna odaklanıyor insanlar. Örneğin; ben ilkokuldayken, “okuma saati” denen bir derslik zaman diliminde okuma yarışması yapılırdı. Bu yarışmalarda belirlenen sayfa sayısını en kısa sürede okuyan kazanırdı. Ben hep sonuncu olurdum çünkü okuduğumu anlamak isterdim. Sizce hızlı ve çok okumak mı? Az ama özümseyerek okumak mı?
Elbette ikincisi. Metinle hemhal olmak. Onun bir parçası haline gelmeye çalışmak.
Ayrıca belki herkesin uygulamadığı bazı yöntemlerim de vardır. Birden fazla kitabı aynı anda okuyanlardanım ben. Antropoloji ya da psikoloji okumalarından sıkıldığımda Sait Faik’le neşelenirim. Okuduğum bir roman yormuşsa eğer hemen Çehov’la ya da bir anı kitabıyla dinlenirim.