Nasıl Olmayabilir ki?

Ekrem Ozan Olguner

Gerçeğin ta kendisi, en fantastik kurgudan bile daha fantastiktir.

                                                                                  Erich Von Daniken

Eskiden komplo teorilerinin nasıl gerçek olabileceğini düşünürdüm, şimdiyse nasıl gerçek olmayabileceklerini…

Dünya’yı izledikçe ve çok uluslu sosyo-ekonomik / siyasi tarihi inceledikçe, yapbozun eksik parçalarının mevcut resimden daha fazla yer kapladığını görüyorum. Doğal olay akışına göre gerçekleşmemesi gereken ya da farklı bir şekilde ilerlemiş olması gereken o kadar çok örnek var ki!

Daha geçen hafta kulağıma gelen taze bir teoride, kıyamet senaryolarındaki başrollerden biri olan ‘sahte mesih’in (Anti-Christ) önümüzdeki birkaç yıl içerisinde bir tarihte saat 09:00’da ilan edileceği ve ülkemiz insanının onlarca yıldır buna hazırlandığının iddia ediliyordu. Buna ‘hazırlanıyor’ olmamızın vasıtası da, hepimizin ilkokulda ezberlemiş olduğu “9’u 5 geçe” şiiri. Bildiğiniz gibi şiirin ikinci kıtasında “Doktor doktor kalksana, lambaları yaksana” mısraları vardır, oysa ki yılın hiçbir zamanında ülkemizde (ve kutup dairelerine belli mesafede olan bölgelerin haricinde Dünya’nın hiçbir yerinde) sabah saat dokuzda hava karanlık olmaz. Sadece bazı kıyamet kehanetlerinde sahte mesih çıkmadan 3 gün karanlık olacağı belirtilir. Kıyamet alametlerini çağrıştıran olayların olması rahatlıkla bir ardıl-sistem teorisi doğmasına sebep olabiliyor ve bir çocuk şiiri bile kanıt olarak görülebiliyor.

Prefrontal korkekslerimiz mesaiye devam ediyor ve teoriler üretiyoruz. Mantıksız gelen her örnekte ardındaki boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. Günümüz insanının anlık algısı, ortaçağ insanına kıyasla yüzlerce kez daha fazla günlük veriye maruz kaldığı için zihnimiz de işlem kapasitesini arttırmış durumda. Dijital İletişim Çağı’nda bilgi paylaşımı da son derece hızlandığı için üst zihin yönetimi ya da sahne arkası yönetimi benzeri komplo teorilerinin artışına da tanık olduk.

Nereden konu açıldıysa, adam bir ara köyünün imamının çok bilge ve bilgili bir adam olduğundan bahsetti. “Neden biliyor musun?” dedi; “Hani bize anlatılır ya, cennette yasak meyve elma imiş ve erkeklerdeki ‘adem elması’ o elmadan yemesi yüzündenmiş diye… O meyve aslında nohuttu. Düşünsene, elma boğazına takılmaz ki, suludur ama nohut takılabilir.

Bazı komplo teorileri ilk anda desteksizliğiyle kendini belli ederken, bazıları şüphe uyandırabiliyor. Örneğin; yıllar önce bir tatil sırasında, Fethiye’de bölgenin yerlisi bir adamla sohbetimi hatırladım: Nereden konu açıldıysa, adam bir ara köyünün imamının çok bilge ve bilgili bir adam olduğundan bahsetti. “Neden biliyor musun?” dedi; “Hani bize anlatılır ya, cennette yasak meyve elma imiş ve erkeklerdeki ‘adem elması’ o elmadan yemesi yüzündenmiş diye… O meyve aslında nohuttu. Düşünsene, elma boğazına takılmaz ki, suludur ama nohut takılabilir. Ama o zamanlar nohutlar elma kadarmış, o yüzden de yasak meyve günümüze ‘elma’ diye gelmiş. Bizim imamdan öğrendim.” diye teorisini tamamladı. 21 yaşımdaydım ve adam da muhtemelen benden 15-20 yaş büyüktü. Yarı yaşındaki biri tarafından eleştirilmek adamı gücendirebilir gibi geldi, o yüzden birşey demedim, sadece “Çok ilginç! Yani ‘adem elması’ diye bildiğimiz çıkıntı aslında ‘adem nohutu’ imiş…” gibi bir yorum yaptım. Gülünüp geçilecek bir anı olmanın ötesinde düşününce bu örnek, birkaç gerçeğe dair bir göstergedir. Bunlardan biri; komplo teorilerinin ne kadar yaygın olduğu ve toplumun her kesiminde varlık gösterdiğidir. Diğeri de komplo teorilerinin doğuş mekanizmasıyla ilgilidir: Olay örgüsünde bir mantıksızlık olduğunda yeri doldurulur. Elmanın boğazımıza takılmayacak yapısı fark edildiğinde, boğazımıza kaçması daha muhtemel bir diğer meyve ile değiştirilir ve ortaya alternatif bir gerçek çıkar. Tabi neden ayva gibi boğaza takılması elmadan daha kolay ve inandırıcı olan bir diğer meyve dururken nohut gibi bir bakliyat tohumunu seçtiğini bilmiyorum. Belki yaygın bilinir olan alternatifinden daha uzak bir örneği ortaya atmak daha büyük sansasyonel etki yarattığı içindir. Bu da olaydan, komplo teorilerilerinin ortaya çıkış dinamikleriyle ilgili çıkartılabilecek üçüncü veridir: Asıl olay akışı sabit kalmak şartıyla, değiştirilen detay orjinal versiyondaki alternatifinden ne kadar uzak olursa, yaratacağı etki de o kadar büyük olur.

Sağlıklı bir zihin, makul ve mantıklı olay örgüsü ardında bir komplo aramaz. Yani sonbaharda yağmurlar başladığında ya da ilkbaharda çiçekler açtığında hiçkimsenin iklime müdahele ettiğini düşünmeyiz. Günümüz global çok uluslu siyasi sahnesine baktığımızda; Biden, Amerikan Doları’nın uluslararası ticarette geçerli para birimi olmasına karşı yapılacak her hareketi savaş sebebi sayacağını söylemişken; 2022’de Çin ve Suudi Arabistan da (aralarında) Amerikan Doları’ndan tamamen kullanımdan çıkaran bir ticari anlaşma yapmışken, bu arada Çin ve Rusya bütün nüfuslarını doyurabilecek 70 yıllık yemek stoğu da depolamışken; ufukta bir Çin-Amerika savaşının olması ve Çin’in muhtemel müttefiği olan Rusya’nın da bir bahane ile (Ukrayna-Rusya Savaşı) zayıflatılıyor olmasına şaşırmıyoruz çünkü büyük resmin sebep sonuç örgüsünde bütün uçlar bir diğerine bağlanıyor ve boşta kalan hiçbir dinamik parçacığı kalmıyor.

Fakat tarihte birçok farklı ölçekteki örnekte sayısız olaya anlam verememeye devam ediyorum. Örneğin Aleister Crowley, 1937’de doğan oğluna neden ‘Atatürk’ ismini verdi? Bilmeyenler varsa; Aleister Crowley, yirminci yüzyıl’ın en ünlü büyücülerinden biridir. Metafizik bir sistemin varlığını kabul etsek de etmesek de Crowley alenen “büyü” olduğunu iddia ettiği birçok uygulama gerçekleştirmiş ve ilgili konularda da kitaplar yayınlamıştır. 1875-1947 yılları arasında İngiltere’de yaşamış ve insanların nefsani arzularını doyurmalarının gerekliliğini savunan, herhangi bir davranışı gerçekleştirmek için ‘istiyor’ olmanın yeterli olduğuna inanan, Thelema adını verdiği, iyilik ve kötülük kavramlarını reddeden bir öğreti çıkartmış olan bu ilginç metafizikçi şahsiyetin oğluna Atatürk ismin vermesinin sebebi ne olabilir?

Ya da Ocak 1943’de Nikola Tesla’nın ölümünden 2 gün sonra FBI talimatıyla MIT’den (Massachusetts Institute of Technology) gelen elektrik mühendisi John Trump’ın (Donald Trump’ın amcası) Tesla’nın notlarını almış olmasının (Serwer, Zahn, 2020), notlarda zaman yolculuğuyla ilgili teoriler olmasının , 1896’da Ingersoll Lockwood tarafından yazılan ‘Last President’ kitabının baş kahramanının Baron Trump olmasının ve Donald Trump’ın 2017’de ABD Başkanı seçilmesi arasında *bazı komplo teorisyenlerinin iddia ettiği gibi* bir bağlantı olabilir mi? Düşününce ne kadar çılgınca geliyor değil mi? (Bahsettiğim kitaptaki bir diğer karakterin adı da Clinton!) İmkansız görünen olası bağlantıları kurgulamayı hayal gücünüze bırakıyorum ama bahsettiğim teorisyenlerce iddia edilen kronolojik sıra 1943 – 1896 – 2017 !!! Yani bu çılgın iddiaya göre; Donald Trump’ın amcası 1943’de Nikola Tesla’nın notlarını buluyor, kısa bir süre sonra elle tutulur bir bilginin sağlanamadığına dair bir rapor teslim ediyor, notlardan faydalanarak bir şekilde geçmişe ulaşmanın bir yolunu buluyor ve bu olaydan yaklaşık 50 yıl önce “Last President” kitabı yazılıyor ve kahramanı da aynı Donald Trump gibi bir New York’lu olan Baron Trump. Bu bağlantıyı kuranlar bir detayı atlamış, onu da senaryoya ben ekleyeyim: Kenneth M. Sweezey’nin 16.Mayıs.1958’de Science Dergisi’nde yayınlanan 13 sayfalık ‘Nikola Tesla’ başlıklı raporuna göre Tesla, 1895 yılında uzay-zaman sürekliliğinin, yoğun manyetik alanlarla etkileşime geçebildiğini keşfetmişti. Last President’ın yayınlanmasından 1 yıl önce… Benim buradaki iddiam, olayların bu şekilde olduğu değil; ama bu kadar çılgınca bir iddiada bulunulmuş olması ve konu olan olayların çarpıcılığı. Bu senaryonun sunulmuş olmasının bir diğer göstergesi de; ilgili komplo teorisyenlerine, Donald Trump’ın, olayların doğal akışı sonucu seçilmiş olmasının imkansız görünmüş olması. Araştırmışlar, didiklemişler ve seçilmesinin bu sayede gerçekleşebileceğine inanmışlar!

 “Geçmişi, bugünü ve geleceği aynı anda görebiliyorum.”

                                                                       Nikola Tesla

Nikola Tesla ile ilgili olan ve yakın dönemde tekrar gündeme gelmiş olan bir diğer teori de 1928 yılında Atatürk’le görüşmüş olmasıdır. Söz konusu görüşmeye dair herhangi bilimsel ya da resmi kaynak bulamadım. İddiaya göre; Tesla’nın ilgili görüşmeyi yapmak istemesinin sebebi; Hatay’da bulunan ‘özel’ bir manyetik konum sebebiyle şehri ülke sınırları dahilinde tutmasının önemiyle ilgili Atatürk’ü uyarmak istemesidir. Bu teoriyi destekler nitelikte görünen bir durum da; devamındaki yıllarda Atatürk’ün sağlık sorunlarına rağmen Hatay’ın kaybedilmemesi konusundaki çalışmalarıdır. Aynı teoriye göre de Hatay ve Ay arası bir bağlantı niteliği taşıyan, söz konusu özel konum sebebiyle şehre Atatürk tarafından 1930’lu yıllarda ‘Hatay’ (Hat – Ay) isminin verilmiş olmasıdır. Tabi ki diğer pek çok benzer teori gibi somut bilimsel sınırlar çerçevesinde baktığımızda son derece gerçek dışı görünüyor. Benim şahsi fikrim, böyle bir görüşmenin gerçekleşmemiş olduğu yönündedir. Çünkü; Nikola Tesla’nın Haziran.1939’da Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik olarak yazmış olduğu bir mektup vardır ve orjinali Belgrad’daki Nikola Tesla Müzesi’nde görülebilir. Bu mektupta Tesla, Türk yetkililerden bir kedi ve bir at fotoğrafı istemektedir. Çocukluğunda bir Osmanlı Paşası tarafından Tesla’nın babasına hediye edilmiş olan bir arap atı ve yine Osmanlı’dan evlerine gönderilen gri bir kedi olmuştur. Kediyi severken kedinin tüylerinde biriken statik elektriğin yarattığı kıvılcım, Tesla’nın elektrikle ilgilenmesine sebep olmuştur. Aynı mektupta hafızasının çok iyi olduğuna ve çocukluk anılarının çok canlı olduğunu belirten Tesla, çocukluk anılarından hatırladığı bu iki hayvanla aynı cins diğer birer örneğin fotoğraflarını istemektedir. Eğer 1928’de gerçekleştiği iddia edilen görüşme için Türkiye’ye gelmiş olsaydı, bu isteklerini 1939’da Amerika’daki bir konsolosluğumuza ilettiği mektupla bildirmesine gerek kalmazdı. Tabi aradaki 9 yıllık süre içerisinde böyle bir isteğin doğmuş olması da ihtimal dahilinde. Hatta bu isteğin doğmasına 1928 ziyareti bile sebep olmuş olabilir.

Yazıya, komplo teorilerinin nasıl gerçek olmayabileceklerine inanmadığımı (yani gerçek olduklarına inandığımı) söyleyerek başlayıp da doğruluklarıyla ilgili kesin bir görüşüm olmayan birkaç örnek verdim. O yüzden neye inandığım ve neye inanmadığım konularını biraz daha detaylandırmak istiyorum: Spesifik örneklerde gerçek oldukları ya da olmadıklarıyla ilgili belli bir kesinlik noktasında durmamaya çalışıyorum. Yani karşılaştığım geçmiş ya da bugüne ait herhangi bir teori, yaşantımı ve tercihlerimi etkilemeyecek bir ölçekte ise keskin ve somut sınırlar çizmeyi gerekli görmüyorum. Gerçek olduğuna inandığımı söylediğim kısmı ise yazılı kaynaklarda sunulmuş olan tarih senaryosunun yazıldığı şekliyle gerçekleşmiş olduğuna dair inançsızlığımdır. Gerek bugüne gerekse geçmişe ait tarihin sunulduğundan / yazıldığından farklı bir altyapı ve içerik barındırdığına dair inancımdır. Detaylarıyla yazmaya kalksam birkaç sayfaya sığdırmak çok zor olacaktır fakat ana hatlarıyla; Sanayi Devrimi sonrası tüm çok uluslu siyasi, ekonomik ve askeri hareketlerin ekonomik sebepleri olduğuna, sanayide ilk gelişen ülkelerin hammadde kaynağı olarak birçok Asya ve Afrika ülkesini süistimal etmiş olmasının da ötesinde, söz konusu (eski) sömürge bölgelerinde halen devam etmekte olan birçok toplumsal karışıklığın ve geri kalmışlığın da yine aynı sanayi ülkeleri tarafından hazırlandığına ve tetiklendiğine dair inancımdır. Eski Hindistan; bugünkü Afganistan, Pakistan ve Hindistan olarak 3 ülke halinde bırakılır, çatışacak farklı inanç sistemleri güçlendirilir ve bölge bugünkü durumuna gelmiş olur. Ruanda’da, temelde tek farkları bir grubun çiftçi olması diğer grubunsa hayvancılıkla uğraşması olan Hutu’lar ve Tutsi’ler arasındaki kutuplaşma körüklenir ve sonunda gerginlik yaklaşık 3 ayda 800 bin kişinin öldürüldüğü  Ruanda Soykırımı’na kadar varır. Bu gibi üzücü örneklerde inandığım komplo teorisi ise: Bu toplumlar kendi doğal süreçlerine bırakılmış olsalardı, bugün Asya’daki Müslüman ve Budist gruplar arası gerginliğe de şahit olmayacaktık, 1994’deki Ruanda Soykırımı da yaşanmayacaktı.

Tabi çok daha geniş ölçekte, binyılları içine alan komplo teorilerine de rastlamak mümkün: Atlantis-Mu, Agarta-Şambala, Türk’lerin kökeninin eski Mu Uygarlığı’na (Lemurya) dayanması, Atatürk tarafından görevlendirilen Tahsin Mayatepek’in 1935-1937 yılları arasında Meksika’da konuyu araştırıp 3 ciltde topladığı 14 rapor hazırlamış olması, Nazi oluşumunun yine bu eski uygarlıklara dayandığı öne sürülen, Asya merkezli Thule Tarikatı’yla olan bağlantıları gibi her birinin çatısı altında ciltler dolusu kitap yazılabilecek ve yazılmış olan birçok komplo teorisi de mevcuttur.

Sonuç olarak; yeni bir teoriyi değerlendirirken gerçeklik kabulünün de zaman içerisinde nasıl değiştiğini hatırlamamız gerektiğine inanıyorum: 17’inci yüzyılda Dünya’nın yuvarlaklığını ve döndüğünü savunmuş olan Galileo, Engizisyon Mahkemesi tarafından suçlu bulunup hapis ve işkence cezaları almışken günümüzde Dünya’nın düz olması fikri abes görünmektedir. Ya da Tasavvuf gibi manevi disiplinler geçmiş dönemlerde, bir ilüzyon içerisinde yaşıyor olduğumuz bilgisini, ilerlemiş olan takipçilerine (dervişler) bir sır niteliğinde aktarırken, günümüzde kuantum fiziği formülleriyle bile bir hologram yani bir ilüzyonel canlandırma içerisinde yaşıyor olduğumuz bilimsel olarak ispatlanabilmektedir. Geçmiş yüzyıllarda ise bunu açıkça ifade eden biri muhtemelen ya ciddiye alınmayacak ya da Galileo Galilei’yle aynı kaderi paylaşacaktı. Yani gerçek dışı görünen her teorinin gerçek olma potansiyeli sağduyumuzun ötesinde olabilir.

“Dışa bakan rüya görür, içe bakan uyanır.”

                                               Carl Gustav Jung

Elbette nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi, ne ve kim olduğumuzu sorgulamak  anlamlıdır. Fakat günümüz ortamındaki kadar çok sayıda komplo teorisi havada uçuşurken ve Dünya’da geçireceğimiz zamanımız da sınırlıyken seçici olmanın faydasına inanıyorum. Bir bilgiyle karşılaştığımda önce temel olarak yaşantımı, tercihlerimi, inandığım insani değerlerimi ne kadar etkileyebileceğini görmeye çalışırım. Eğer bir teorinin gerçek olması ya da olmaması yarınki bir kararımı etkileyecekse daha çok ilgimi çeker. Diğer taraftan sadece biliyor olmak için öğrenilecek bir bilgiyse, yük olma ihtimali de vardır; o zaman değeri sadece o akşam komşumun ne pişirdiğinin bilgisiyle eşdeğerdir. Sonuçta Dünya Tarihi de Dünya’yla ilgili bir bilgidir, Dünya da içsel sonsuzluğumuzla kıyaslandığında sadece bir taş parçasıdır.

Nasıl Olmayabilir ki?
Okuyucu Derecelendirme0 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews