Hayatın anlamını sorgulama yolculuğunda bir dere taşına oturmuş soluklanırken ve tutkunun münevver tanımları üzerine kafa patlatırken tokatladı beni “insanlık ve transhümanizma” konulu ilk sayımızın girizgahı.
Transhümanizmayı bilmem ama insanlık acaba bir çobanın eşsiz bir tutkuyla çaldığı ve içinde kendini kaybettiği kavalındaki, bir nevi sıfır ile bir sayısı arasındaki sonsuzluk olabilir mi?
Kaval sıfır, çoban bir. Çoban ne demokrasinin tanımını bilir, ne e-postası çöktüğünde hayıflanır, ne de sığ sayıların cenderesinde sığ anlamlarla ömrünü tüketir, derinleşme sevdasında. Doğmuş, büyümüş, iyi bir okula gitmiş, iyi bir işi olan, iyi bir eşi ile sevimli çocukları olan ve konforlu arabasının kendisini elbet bir gün mezara taşıyacağı, yani birden yirmiye kadar tüm tam sayılara sahip, dolayısıyla kendini şanslı hisseden fakat tutkusuz, ve bir o kadar da iş bilir ve kibirli bir şahıs degildir.
Çobanın derinlik kaygısı yoktur, sıfır ile bir arasındaki duygusal sonsuzluk sıfır ile sonsuz arasındaki düşünsel sonsuzluğa eşit olduğu için. Burda derinlikten kasıt düşünce mekanizmasını biraz çalıştırıp bir ile iki arasındaki bir buçuğu keşfedip tamam bitti görevimiz hayatımıza işimize bakalımdır.
Çünkü insanlığı gerektiren tutku düşünerek kolay elde edilmez. Felsefecilerin başına gelir arada sadece düşünerek çünkü sadece onlar düşünme fiilini tutkuya çevirip sonunda Nietzsche gibi delirebilirler. Tutkunun getirdiği yoğunluk deliliktir, yanı akıllılığın karşıtı. Vurdumduymazlıktır, mükemmeliği yakalamaya çalışmaktır bilmeden, ve kendini anlatamamaktır çoğunlukla.
Ressamların ancak pazarlama bilenleri “iste şu fıstık yeşili darbeli çizgide amacım sonsuzluğu betimlemekti” diye ahkam keser, tutkuya bulanmış ve 100 kg/m3 yoğunlukta yüzenleri kesse kesse ancak kulağını kesebilir.
Akıllı uslu oturup güzel güzel hayatımızı yaşarken ve bizim için kesilip biçilmiş tahta bloklarla kuleler inşa ederken, o güzelim kuleye tekme atıp devirme içgüdüsü şamarlayıcı tutkunun ve insanlığın ilk basamağını oluşturur. Çocukken bile kulağımızı çektiren o oyuncu tekme, ileriki yıllarda yuva yıktırıp bizi toplum dışına itmeye meyilli olduğundan anne babamız ve diğer büyüklerimiz tutkuları baskı altına almamızı şart koşar sözde tutkulu sevgilerini elde edebilmemiz için. İşin komik tarafı din gibi diğer toplumsal kurumlar da tutkuyu yasaklarken tanrıya en tutkulu bağlanmış fertlerini azizleştirirler.
Tutkulanılan nesnenin aslında bir önemi yoktur tutkulanma fiilinin büyüklüğünün yanında ve özellikle tutkulanma kendiliğinden ve aklın dışında geliştiği için. Hayatını ticaretten kazanan, güzel güzel yaşayan ve hayat sürecinden bir şekilde geçen tüm inananlar belki sonunda cennete gidecektir fakat ön saflar nedense tutkunun kendilerine istemeden bile olsa mucizeler getirdiği azizlere ayrılmıştır.
Fakat tutku herkese gelmediği gibi, her zaman da mucizevi performans getirmez. Daha doğrusu diğerlerinin algılayabileceği bir mucize değildir bu. Yelpazenin bir ucunda aşkın getirdiği yoğunluk aşkın yanıbaşından geçmiş herkesin bildiği türevde bir mucize olmakla birlikte kendini tanrının yüzü ilan etmiş Hallac-ı Mansur’un sonunda kendisini öldürtecek mucizesi daha saklıdır.
Sevdiği kadın uğruna katil olmuş birini “feodal yapıdan dolayı, çarpık kentleşmenin sorunu, eğitimsizlik” gibisi akıl süzgeçinden geçirmek oradaki mucizeyi köreltmektir bir anlamda, katil kişinin tutkusunu epistemik bir şekilde algılayamadığımızdan dolayı.
Doğrularla inançların kesiştiği noktaya bilgi adını verdiğimizden her mucizeyi bilemiyoruz hem doğruların kaygan hem de inançların “akıl dolu” olduğu münevver durumlarda.
Bu kadar ahkam kesmek yeter. İlk sayımız hayırlı olsun.
Oltaç Ünsal, Yayıncı
Sayılarla:
- 22 katkı ile bizim çok beğendiğimiz MOR sayısını umarım siz de beğenirsiniz.
- 60 bin TL giderler tek bir bağış ile karşılandı.
- Bize e-posta yolu ulaşan bir yeni yazıyı yayınladık. Içerik gönderirseniz aklınızda olsun hepsini okuyoruz istisnasız.
- Iki yeni dostumuz ekibimize katıldı.
- Mavi/Sarı İyilik Sır sayısının baskı PDF’ine erişmek için buraya tıklayabilirsiniz.