Sevgili Virginia;
Kendine Ait Bir Oda’da, sakin bir ekim günü nehir kıyısında oturup “aklının oltasını nehrin sularına sallandırdığın” gibi ben de bugün, senden tam doksan üç sene sonra, İstanbul Boğazı’nın kıyısında oturdum ve oltamı boğazın soğuk sularına sallandırdım.
“Bana ister Mary Beton, ister Mary Seton, ister Mary Carmichael deyin, ister canınızın istediği başka bir isim verin-bunun hiçbir önemi yok” dediğin satırlardaki gibi ben de isimsizim, kimliksizim. Senin geçtiğin yollardan geçiyor, senin cenk ettiğin savaşları veriyor, senin kırmaya çalıştığın düzenin kalıntılarıyla yara alıyorum. Senden doksan üç sene sonra belki kendimize ait odaları çoğalttık ama hâlâ eril söylemlerin hâkim olduğu bir dünyada sesimizi duyurmaya çalışıyoruz.
O nehrin kıyısında oturup neden üniversite kütüphanesine alınmadığını düşündüğün günlerden beri yol aldık elbet. British Museum Kütüphanesi’ne girip kadınlar hakkında yazılmış kurmacaların neredeyse tamamının erkek yazarlar tarafından kaleme alındığını gördüğünde buna ne kadar şaşırdığın ve üzüldüğün o günleri de ileri sardık. Şimdi olmakla olmamak arasında ince bir çizgide duruyoruz. Özetle, hem varız hem hâlâ yokuz sevgili Virginia. Sen o nehir kıyısından seneler sonraya seslenirken, ben de kendimden seneler sonraya seslendiğimi hayal ediyorum. Böylece tüm geniş zamanlar görünmez iplerle birbirine sıkı sıkı bağlanıyor, ilmek ilmek örülüyor ve biz birbirimizin ördüğü halatlara tutunarak yol alıyoruz hayatta.
Artık şefkatsizlik çağındayız. Bireyselliğin öneminin vurgulandığı, kimsenin birbirine ruhunu sunmadığı bir yabancılaşma ve korku çağına girdik. İnsanların yalnızca haz peşinde koştuğu, güvensiz, tekinsiz biz çağın kıskacında kaldık.
Bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü bir Fransız kadına verdiler mesela. Annie Ernaux, 1901’den beri Nobel alabilen ilk kadınmış, ne güzel haber değil mi? Senin açtığın yolda ilerleyen kadın yazarlardan biri de o. Yalın Tutku’da nasıl da saf ve çarpıcı bir dille anlatıyor kadın olmayı. “Boş Dolaplar”da merdiven altı yollardan kürtaj yaptırmak zorunda kalan bir üniversite öğrencisi, bu acı verici işlem bitip de kaldığı yurda döndüğünde belki ona bir nebze merhem olur diye okuduğu kitaplara sarılıyor, Victor Hugo, Andre Gide… “Hiçbirinde yirmi yaşında kürtaj yaptırmak zorunda kalan bir kızın acısını alacak bir şey yoktu” diyor. Eril dünyaların arasında sıkışıp kalmış kadınların kalplerini iyileştirecek bir şey hâlâ yok. Senin Türkiye ziyaretinde yaşadığın macera geliyor aklıma, kız kardeşin Vanessa’yla Bursa’dan İstanbul’a yapmak zorunda kaldığın o meşakkatli seyahat… İstanbul’un senin zihnini dönüştürdüğü o seyahat sonucu gidip Orlando’yu yazman… Orlando’nun cinsiyet değişimini tam da İstanbul’da daldığı yedi günlük uyku sonrasında yaşaması… İstanbul’un insanı tetikleyen, zihnini harekete geçiren bir yanı var. Şehir, içimize, en derinimize sirayet eden ve benliğimizi ele geçiren bir büyü gibi adeta. Tıpkı Orlando’da kimsenin kendi kimliğinde kalamaması gibi bizler de kendi kimliklerimizde kalamıyoruz bu şehirde. Değişiyoruz, dönüşüyoruz ve zamanın akışına kapılıyoruz. Tıpkı şu an önümde akan boğaz suları gibi daireler çizerek minik girdaplar yaratıyor ve kendi girdaplarımızın içinde sürükleniyoruz. Biri bize elini uzatsa, ne güzel olacak birlikte bu şehirde akışa kapılmak. Ancak ne yazık ki senden sonra değişen birçok şey gibi bu çağın insanının duyguları da değişti Virginia. Artık şefkatsizlik çağındayız. Bireyselliğin öneminin vurgulandığı, kimsenin birbirine ruhunu sunmadığı bir yabancılaşma ve korku çağına girdik. İnsanların yalnızca haz peşinde koştuğu, güvensiz, tekinsiz biz çağın kıskacında kaldık. Üstelik Orlando gibi dört yüz sene yaşayıp çağların nasıl birbiri üzerine kapanacağını da görmeyeceğiz. Belki de o yüzden iki de bir “sıkıştık” diyorum. Evet, mutsuz bir çağa sıkıştık Virginia. Belki senin dönemindeki gibi üzerimizden bombardıman uçakları geçmiyor ama biz mütemadiyen ismi konmamış bir savaş içindeyiz. Dünyayla, ülkeyle, şehirle, mahallemizle, insanla ve en önemlisi kendimizle. Bu bitimsiz savaşlar bizi bitimsiz umutsuzluklara sürüklüyor. Kadın ya da erkek olmanın önemini yitirdiği, keşke “insan” kalabilsek dediğimiz bir yüzyılın içinde mütemadiyen ilişkilerimizi irdeler ve onları yazar olduk. Sen, insanın iç dünyasının yazılması gerektiğini ve bunun olay örgülerine, nizamlı planlara sıkıştırılamayacağını savunurdun. Bunu bir geleneği yıkmak için kullandın, o gelenek yıkıldı ama şimdi de insan bilincinden kir taşıyor, öfke taşıyor, nefret söylemleri taşıyor.
Kimse kimseyi sevmiyor Virginia. Kimse kimseyle mutlu değil. Sevgililer birbirlerinin ruhuna sahip çıkmıyor. Herkes herkesle dostmuş gibi yapıyor ve sanal alemlerinde inşa ettikleri kimliklerinde hakikatten uzak yaşıyorlar.
Söylemeyi unuttum, senden sonra yeni kavramlar çıktı, post-hakikat bunlardan biri, post-insan, post queer, diye sürüp gidiyor kavramlar. Ben hangisine, nereye aitim bilmiyorum Virginia! Ben hangi yüzyıla aitim? Merak ediyorum acaba sen kendini hangi yüzyıla ait hissediyordun? Hangi yüzyıla kulak verdin de gittin cebine doldurduğun onca taşla? O sesler nereye çağırdı seni? Geride “yaşamımdaki tüm mutluluğumu sana borçluyum” diye bir intihar mektubu bırakırken hangi mutluğu bulmaya gidiyordun? Bizleri yazdığın onca romanla bıraktın ama benim aklım yazmadıklarında kaldı. Kim bilir bize armağan etmediğin o romanları kimler kaleme alıyor şimdi? Kimler öldürüyor evin meleğini? Kimler senin ruhuna bürünmüş bir halde yazıyor senin eksik bıraktığın sözcüklerini?
Sevgili Virginia, evet artık paramız ve kendimize ait bir odamız var ama ruhumuz eksik, kalbimiz kırık, yaralı bereliyiz. Ve kırık kalplerimizi nasıl onaracağımızı bilmez bir halde sürükleniyoruz bilmediğimiz geleceğimize. Ancak yine de merak etme, tüm bu duygusuz ve bencil insanlara rağmen, kadını, kadın olmayı sonuna kadar savunuyor ve ayaklarımızı yere sıkı sıkı basıyoruz. Vereceğimiz parti için çiçeklerimizi almaya hâlâ kendimiz çıkıyoruz. Tıpkı Mrs Dalloway gibi…
Sevgiler, her bir kelimene minnetle,
İrem Uzunhasanoğlu