Koleksiyon

Zeynep Keçelioğlu

“Yani Tanrı insani yarattı mı diye düşünüyoruz bazen ama insanın tanrıyı yarattığı kesin bence.” dedi Zeynep geçen gün telefonda. “Herkesin tanrısı kendi karakterinden izler taşıyor.”  Suratında zekice bir şey söylediğini düşündüğü zamanlardaki o yarım tebessüm vardı. Günümün çoğunluğunu onu izleyerek geçirdiğim için böyle şeyleri fark ediyorum artık. 

Zeynep’in dediğini “doğru” varsayarsak ve uyuşmazlıkları bu temel farka bağlarsak, onunla benim sonsuza kadar bu duvarda yanyana mutlu mesut yaşamamız gerekirdi. Bizim Tanrı’mız aynıydı çünkü. Belki de bu yüzden ayrılığımız bana bu kadar koydu. 

Beni terk etmek istediğini söylediğinde önce ona inanmadım. Beraber yaratılmış, isimlendirilmiş, sergilenmiş iki resim. Beraber tek bir hikâyeyi anlatmıyor muyuz? “Ne alakası var? Ne kadar kadercisin.” dedi bana. “Biz modern resimleriz. Beraber yaratıldık diye ömrümüzü beraber geçirmek zorunda değiliz ya.

Tanrı’mızın adı Bolat Aksel’di. Bizi birbirine eş iki yağlı boya olarak yaratmıştı. Ya da en azından uzun bir süre ben böyle düşündüm. İkinci kişisel sergisi “İç Sıkıntısı”nda duvarda yanyanaydık. Orta boy iki resim. Bir anlatının iki eş parçası.

Kendimi tanıtmam gerekirse ben bir iç mekân resmiyim. Bir natürmort. Karanlık minik bir odayım, dağınık, küçük, duvarları koyu gri. Şehirli bir yatak odası. Yerde çoğu bitmiş bir şarap şişesi, dantelli bir sütyen, sigara izmariti dolu bir küllük, yarısı erimiş uzun bir mum (sergideki galeri çalışanından bunun bir penisi simgelediğini duydum.). Yatağın yarısı gözüküyor. Karmaşık ama tutkulu bir gecenin sonrasıyım ben. Heyecan bitmiş de geriye aklın karşı çıkıp bedenin teslim olduğu sevişmelerden sonra gelen o burukluk hissi kalmış. Pencereden güneşin doğuşu gözüküyor: günün içine sızan ilk ışıklar, alabildiğine açık ferah mı ferah bir çayır. Oda ne kadar şehre aitse dışarısı o kadar taşra. Oda ne kadar hüzünlü ise dışarısı o kadar umut dolu.

O ise benim penceremden gözüken o manzaranın resmi. Bir peyzaj. Güneşin, doğuşuyla gelecek sıcaklığın sözünü veren soğuk ışıkları karanlığı aralamaya yeni başlamış. Çimen, bayır, bitkiler. Huzurun bir sözü. 

Ben içimde onu barındırıyorum yani. O Âdem, ben onun kemiği kendi merkezinde bulunan Havva. Yanyana ve birbirimize aidiz. İsmim “Gecenin karmaşasının ardından.” İsmi “Gündoğumu.” 

Benden neden ayrılmak istediğini sorduğumda dünyasının benim içimde var olandan büyük olduğunu, hayata merak duyduğunu, kendi kırlarında dolaşmak istediğini söyledi. Onu içimde barındırdığım kadar küçük zannediyormuşum. Penceremde var olan bütünün bir parçasıymış sadece. Sandığımdan daha büyükmüş o. Onu tam olarak asla anlayamazmışım.

Beni terk etmek istediğini söylediğinde önce ona inanmadım. Beraber yaratılmış, isimlendirilmiş, sergilenmiş iki resim. Beraber tek bir hikâyeyi anlatmıyor muyuz? 

“Ne alakası var? Ne kadar kadercisin.” dedi bana. “Biz modern resimleriz. Beraber yaratıldık diye ömrümüzü beraber geçirmek zorunda değiliz ya.” 

İlk kez o zaman hissettim belki de tanrımızın o kadar da aynı olmadığını, belki bize karakterinin farklı taraflarını bahşettiğini, ya da Zeynep’in teorisinin sadece insanlara değil sanat eserlerine de uygulanabildiğini. Ama ben yine de beraber kalmamız gerektiği kanaatindeydim. Hayatta farklı canavarlarla boğuşmak farklı bir şey, iki bölümlü bir hikâyenin parçası olmak başka. Bizim için öncelik beraber yarattığımız anlam olmalıydı, kişisel anlam arayışımız değil. Bir yazar iki bölümlük bir eser yazıyorsa bölümleri ayırıp yayımlamazsın ya. 

Belki de yayımlarsın. Belki de benim sınırlarım fazla keskin. 

Benden neden ayrılmak istediğini sorduğumda dünyasının benim içimde var olandan büyük olduğunu, hayata merak duyduğunu, kendi kırlarında dolaşmak istediğini söyledi. Onu içimde barındırdığım kadar küçük zannediyormuşum. Penceremde var olan bütünün bir parçasıymış sadece. Sandığımdan daha büyükmüş o. Onu tam olarak asla anlayamazmışım. 

Ayrılığımızın ertesi günü Zeynep gelip onu yanımdan aldı. Nereye gittiğini bir süre bilemedim, sonra Sarı Top’tan kütüphanede olduğunu duydum. 

Bugün Zeynep’in sevgilisi geldi ve yanımdaki boşluğu gördü. “Neden ayırdın bu resimleri?” diye sordu. 

“Bilmem. İçimden öyle geldi. Ben bu resmi tek başına daha çok seviyorum. Hüzünlü tarafları daha bir kuvvetleniyor.” 

“Mantıksız bir hareket… bence.” dedi sevgilisi. Bence de. 

En iyi arkadaşlarımdan biri “Sarı Topun Maceraları.” Herkes ona kısaca “Sarı Top” diyor. Merve Şendil diye biri yaratmış. Benim aksime o birçok küçük çerçeveden oluşuyor. Her çerçevenin içinde farklı şekilde konumlandırılmış sarı bir daire var, daireler esere ilhamını veren sarı topu temsil ediyorlar, bulunduğu farklı yerler de maceralarını. Orijinal halinde bu çerçeveler bir kare oluşturacak şekilde duvara asılılar. Bu büyük karenin iki yan kenarında karenin dışına tutturulmuş iki çerçeve daha var. Bu çerçevelerin tek kenarı duvara monte edilmiş, diğer üç kenarı duvara açıyla duruyor. Bu konumlandırma sarı topun çıktığı maceralara üçüncü boyutta bir hareket katıyor. 

Zeynep’in esere ilhamını veren sarı topun kendisini gördüğüne dair bir efsane dolaşıyor senelerdir evde. Ben bunu gerçekçi bulmuyorum. 

Zeynep Sarı Top’u oluşturan çerçeveleri de ayırıp duruyor. Maceralarına başka bir boyut kattığını düşünüyor böyle yaparak. Nitekim katıyor da. Sarı Top’un izdüşümleri evde gezinip duruyor böylece. Biz de bu vesileyle sık sık karşılaşıyoruz.

Son karşılaşmamızda “Seninki bir başkasının yanına asılmış.” dedi. “Onu gördüğümde ‘ona buna amma asıldın he’ dedim.” Kendi esprisine güldü. Böylece öğrendim ki bir eskizin yanına asılmış. Eskizin nü bir kadını anımsattığını duyunca çok ciddiye almadım ilk, figüratif bir eseri bir süre sonra çok kısıtlayıcı bulacağını düşündüm. Ama Sarı Top bana soyutlanmış bir eskiz olduğunu söyledi. Her baktığında farklı bir şey görebilirmişsin. Üzüldüm bunu duyunca. Bağlı kalmaz, kafasına estikçe yanındakinin olduğu şeyi değiştirip durur. Tam istediği özgürlük.

Zeynep bugün önümde yoga yaptı. Matı serdi karşıma, süzüldü durdu. Matın en önünde elleriyle ayaklarına doğru katlanmış bir halde durdu, yavaşça omurgasının her bir kilidini hissederek yukarı kalktı. Bu süzülüş esnasında vücudunun içinde bir deneyim yaşadığını gösteren haz sesleri çıkardı. Gözleri kapalı bir şekilde dimdik ayağa kalktı: Dağ pozu. Gözlerini açtı. Karşısında ben vardım. Varlığımı bu fark ediş biraz ani gelmiş olmalı ona. Uzun suredir ilk defa bu kadar ilgiyle izledi beni. Gözleri beni oluşturan her parçaya ayrı ayrı baktı, farklı yerlerim arasında matındakini andıran bir gezintiye çıktı gözleriyle. Sonra aniden matı terk edip içeri gitti. Ona bakmaya mı gitti acaba? 

Yalnızlığımı gördüğünü hissettim bugün. Beni çok seviyor biliyorum. Ruhuna dokunmayan bir eseri asla koleksiyonuna katmıyor. Bende onun kalbini kiran bir şeyler var. 

Arkamdan “çok karamsar olduğu için ayrıldım,” “Sınırları küçük bir dünyası var.” gibi şeyler söylüyormuş. Sarı Top söyledi. O da ekmek kızartma makinesinden duymuş. Beni fabrikada üretilmiş nesnelerin ağzına bu şekilde düşürdüğüne inanamıyorum. Ben dünyası küçük bir yeri tasvir etmiyorum ki. Yaratıcımın en derin duygularının, en insani kusurlarının, acılarının, hüzünlerinin, bağımlılıklarının yansımasıyım. Ayrıca bendeki pencerem onu gösteriyor. Onda beni gösteren bir şey yok. Benim içimden bakılınca var oluyor bile sayabiliriz. Ben daha kapsamlı bir eserim yani. Asıl onun sınırları küçük. Bir gün doğumundan ibaret. Ben hem gece hem gündüzüm. Hem içerisi hem dışarısı. Hem karmaşa hem huzur.

Ben de onu istemiyorum artık. Bir daha yanıma asla asılmasın. Küstah. 

Galiba yoga sırasındaki fikrimde haklıydım. Zeynep beni gördü. Gerçekten gördü. Sonra gidip ona bakmış olmalı. Çünkü bugün yanıma geri astı onu. 

Bana hata yaptığını söyledi. Yeri benim yanımmış. Ayni duvarda, sonsuza kadar. 

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews