Kuş Tepesi

Sedat Anar

Ne zaman yüksek bir yerde dursam, kalbim uçmak için çarpardı. Uçmak ve yeryüzü arasında bir şey oluverdim.

Hermann Hesse ağaçlar kitabının girişinde ‘‘bir süre yaşadığımız her yer, ancak orayla vedalaştıktan epey sonra belleğimizde biçim kazanır ve hiç değişmeyen bir imgeye’’ dönüşür der. İşte benim doğup büyüdüğüm köy de belleğimde tıpkı Hesse’nin bahsettiği gibi bir imgeye dönüştü. 

Uzunca bir süredir çocukluğumun kutsal bahçesini hatırlıyorum. Kutsal bahçeden kastım, çocukluğumun geçtiği köydeki evimizin bahçesi. Bahçemizdeki dut ağacının gövdesine sarılıp ona kulağımı dayardım. Maksadım, o ağacın dalında öten bir kuşun sesini daha iyi duymaktı.  

Çocukken hep kuşları merak ederdim ve onlara hayranlık beslerdim. Vaktimin büyük bir kısmını kuşların peşinde geçirirdim. Elbette kuşlara ilgimin en büyük sebebi sesleriydi. Nasıl olur da bu kadar minik bir bedenden bu kadar yüksek bir ses çıkar diye düşünür, hayret ederdim. Sabahları uyandığımda yatağımda oturur ve öten serçeleri dinlerdim. Onların zikre benzeyen ahenkli ve hayat dolu ötüşlerini dinledikçe mest olurdum. Bir seferinde annem beni seher vakti yatağımda otururken gördüğünde çok korkmuştu. Kuş seslerini dinlemek için uyandığımı anlayınca rahatlamıştı. Seherde serçelerin ötüşünü dinlediğim sırada abimin beslediği yirmiye yakın güvercin de tüneklerinde mışıl mışıl uyurdu.

Bazen bir yaprağın altına saklanmış bir yavru kuşun annesini çağıran sesini, bazen de kayalıkların arasında biten çiçeklerin renklerine methiyeler düzen küçük bir kuş sürüsünün melodilerini duyuyordum. Cennete düşmüş gibiydim.

Doğup büyüdüğüm evde güvercinlikte epey vakit geçirirdim. Abim çeşit çeşit cins güvercin beslerdi. Güvercinleri seyredip onların ötüşlerini dinlerdim. Kanat seslerine bayılırdım. Karınlarını iyice doyurup keyifleri yerine gelince abim hemen ucuna eskimiş tişörtünü astığı değnekle güvercinlikten hepsini çıkarır ve uçururdu. Ben de onları seyretmekten keyif alırdım. En çok taklacı ve paçalı güvercinleri severdim. Ama abim en güzel ötenleri, yani kahverengi güvercinleri beslemezdi. Kaç defa sordumsa da cevap alamadım. Kahverengi güvercinleri, ancak dayımlara gittiğimde seyredip seslerini dinlerdim. 

Bahçemizde başka sesler de vardı. Tavuk, kaz, horoz, inek, keçi, koyun, ördek ve hindi besliyor ve bu hayvanların hem kendileriyle hem sesleriyle birlikte yaşıyorduk. 

Evimiz fıstık tarlasının içindeydi ve ilkbahar ve yaz mevsiminde kuş sesleri bahçemizden eksik olmazdı. En çok Boz Alamecek kuşunun nağmeli, tiz ve büyüleyici sesini severdim. Boz Alemecek kuşu, Arvo Part’ın besteleri gibi melodilerini sessizlikle süslerdi.

Evimizin üç yüz metre aşağısında bir göl vardı. Orada da epey zaman geçirirdim. Kuşlar gelip gölün kenarındaki iki elektrik direği arasındaki tellere konardı. Kumru, kaya serçesi, tepeli toygar, serçe eksik olmazdı. Hava kararmaya başlayınca muhakkak bir baykuş gelir, elektrik direğine konardı. Ben ona “rüya gibi sessiz kuş” adını vermiştim. Birden fazla olduklarında da “sessiz ordu” diyordum onlara. Bazen de guguk kuşu gelirdi. Hermann Hesse’nin “ormanın kralı” diye adlandırdığı guguk kuşu. İçimi ısıtan sesi ıssız vadilerde, güneşli tepelerde çınlardı.

Arada ineklerimizi otlatmaya götürürdük. Çocuk yaşta olduğum için uzaklara gidemezdim, ama abim hayvanları köyden uzak, otun bol olduğu, dağlara götürürdü. Bir gün beni de yanında götürdü. Sanırım altı yaşındaydım. Gittiğimiz yerin adı ‘Kuş Tepesi’ idi. Bu ismi daha önce defalarca duymuştum ve abime “orada çok mu kuş var?” diye sorup duruyordum. O da ısrarıma dayanamayıp annemden de izin aldı ve beni oraya götürdü. 

Kuş Tepesi köyümüzden dört kilometre uzaktaydı. Dağlık yollardan gidiliyordu. Dağdağan, fıstık, badem ve palamut ağaçlarının olduğu bir kayalıktı burası. Oraya vardığımızda duyduğum seslerin güzelliğine inanamadım. Gerçekten de bir sürü kuşun dolaştığı, uçuştuğu bir tepeydi bu. Daha önce hiç duymadığı sesler duydum. Kuşların biri ötüyor, diğeri ona karşılık veriyordu. Biri susuyor, diğeri başlıyordu. Kimi yere konmuş, kimi ağaçların tepe dallarında, kimi de gökyüzünde. Hepsinin tınısı birbirinden farklıydı. Ben şaşkınlıktan donup kaldım. Abim ‘‘Sedat, hey Sedat Koş, bak buzağı diğer tarafa gidiyor’’ dedi. Buzağıyı önüme katıp geri getirdim. Sonra abimden izin isteyip tepeye çıktım. Tüm dikkatimle cıvıldaşıp oynayan kuşların seslerini dinledim. Sağımda solumda uçan küçük kuş sürüleri, gökyüzünde salınan, rüzgârın savurduğu yapraklar gibi zarif ve narindi. Sanki dünyanın en güzel salonunda, en güzel senfoni orkestrasını dinliyordum. Dinledikçe yüreğim ferahlıyordu. Kuş Kuşlar sanki yapraklarla, rüzgarla, çiçeklerle ve ağaçlarla sohbet ediyorlar ve onlara şarkılar söylüyorlardı. 

Bazen bir yaprağın altına saklanmış bir yavru kuşun annesini çağıran sesini, bazen de kayalıkların arasında biten çiçeklerin renklerine methiyeler düzen küçük bir kuş sürüsünün melodilerini duyuyordum. Cennete düşmüş gibiydim. Sonraları Kuş Tepesi’ne defalarca gittim. Doğa orkestrasını dinliyordum. Bazen yolda ağaçkakanlara rastlardım. Onların ağaçları delmek için ritmik bir biçimde gagalarını vuruşlarına hayrandım.

İlkokula başlayınca köydeki arkadaşımın sapan ile kuş vurduklarını gördüm. Genelde serçe avlarlardı. Önce sapanlarıyla hedef alıyor, sonra da taş atarak kuşları vuruyorlardı. Kuş ağaçtan düşüp can çekişirken hemen kafasını koparırlardı. Sonra da içini temizleyip ateş yakıp onu pişirirlerdi. Bu manzara karşısında tüylerim diken diken olurdu. Ben de kuşun iç organlarını ve kafasını incelerdim. Arkadaşlarım kuş avlamaktan kaçındığım için benimle alay ederlerdi. 

Bir gün ben de evde sapan almak istediğimi dile getirdim. Bunu duyan âmâ İbram Dedem: “Oğlum, Allah’ın verdiği zararsız bir canı avlamak, eziyetle canını almak bize yakışır mı?” dedi.  “O zaman dana ve koçları neden kesiyoruz?” diye sordum. “Sedatım, oğlum, hayvanlara acı çektirerek ve işkence ederek öldürmek günahtır. Bize ancak büyükbaş hayvanları kurban etmek ve karnımızı doyurmak için yemek helaldir. Kuş olmaz evladım. Şu güvercinlere bir bak. Onlar kadar masum bir can bulabilir misin? Hz. Ali, oğulları Hasan ve Hüseyin için kırmızı tepeli, ayağı çakşırlı iki kut güvercinini beslermiş. O kuşların evlatlarının canını almak olur mu hiç? Hem Allah, gökte uçan kuşların da kendisini tesbih ettiğini bize bildirmiş. Bırak kuşlar yaşasın ve Hakk’ı zikretsinler. 

Dedemin konuşmasını çocuk aklımla tam anlamamış olsam da o günden sonra bir daha asla kuş öldürme fikrini düşünmedim. Arkadaşlarımın alay edercesine laf sokmalarını da duymamazlıktan geldim.  Zaman geçtikçe abimin evimizde neden kahverengi güvercin beslemediğini de öğrendim. Sadece dayımlar kahverengi güvercin besliyordu. Kahverengi güvercinlerin işitme engelli kuzenim Sarya’ya şifa getireceğini umuyordu. Memleketim Halfeti’de işitme engelli ve konuşamayan insanların yaşadığı evlerde kahverengi güvercin beslenir. Bu kuşların uğur getireceğine inanılır.  Bunların ötüşü de çok güzeldir. Yürüyüşleri, duruşları ve kanat çırpışları pek asildir.

Kuşları sevmemek elde mi? Onlar, öleceklerini anladıklarında saklanır, inzivaya çekilirler. Uçsuz bucaksız gökyüzünde dolaşırlar. Biz insanlara sayısız melodi sunarlar. Hinduların kutsal metinlerinde (vedalarında) “Sabah olunca tüm zihinler uyanır”.” diye yazar. Seher vakti uyanıp kuş seslerini dinlemek beni hem uyandırır hem teselli eder. Bir alıntıyla başladığım yazımı, yine bir alıntı ile bitireyim.  Enis Batur “Zoo’m – Harflerden Hayvanat Bahçesi” kitabında şöyle yazar: “Canlılar arasında, öteki canlılar konusunda en sık yanılan, kendisini ve ötekini en az tanıyabilen, anlayabilen insandır.”

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews