Kül Kumarı

İsmail Güzelsoy

Ben kötürümdüm ama babamın hikâyesi güzeldi. Bir tekerlekli sandalyede büyüdüm. Biraz eksik büyüdüm işte. Dilim döndüğünce büyüdüm. Ya da babam gibi söylemem gerekirse, “Büyümek ne ki, göz yanılması?”

Babamın yalanları güzeldi ve her yalan için hususi bir yemin yaratırdı. Kötürüm bir çocuk gibi büyüyüp gelişen yalanlarında olduğu kadar acayip yeminler yaratma hususunda da kimse babamla yarışamazdı. 

Tekerlekli sandalyemin paslanan jantlarını su zımparasıyla temizleyip yağladıktan sonra, bahar akşamları Karyağdı Bayır’ındaki uğursuz gölgelere bakar, külünü düşürmemeye özen göstererek bir tek sigara içerdi. Gölgeler uzayıp bulanıklaşarak karanlığı yaratırken babam sözlerden acayip resimler çizerdi o zulmetin suretine.

Uyduruk hikâyelerin erbabıydı babam. Kimse onun gibi jant temizleyemez, ayaküstü uydurulmuş hikâyeler anlatamaz, onlara münasip yeminler icat edemez, benim kötürümlüğümün önemsiz bir göz yanılması olduğunu iddia edemezdi. Pimapen kapının aralığından servilere ve cellat mezarlarının şekilsiz taşlarına bakarak sigarasını paketinden çıkarırdı.

“Sultan kadın fenaydı, pek fena…” diye başlardı anlatmaya. Evvelden, henüz çocuk olduğum için birer masal kahramanı olan Sultan ve Hayat Hanımlar’ın hikâyesi de benimle büyüdü. Başlangıçta sokakta yakar top oynayan kız çocukları kadar masum olan bu iki şarkıcı kadın birer afet-i can, ruh avcısı şuh dilbere dönüştü. Hikâye beni büyütürken kendi de büyüyordu anlayacağın. Seneler içinde ben de tekerlekli sandalyemi erkek olmanın çorak bahçesinde sürdüm durdum sessizce. Kadınları babamın hırıltılı sesinde kokladım. Uzaktan gelen kurbağa vıraklamalarının hayasız şarkısı, babamın benimle birlikte büyüyen yalanlarına dolanırdı. Ay ışığının altında yüzündeki çizgilerin gevşediğini görürdüm usulca. Huzur dolu bir sessizliğin içinde hırıltılı sesiyle kelimelerden bir dünya yontardı benim için. 

“Âdem oğullarının ve Havva kızlarının ayağa dikelişinden sonraki tarihler boyunca…” diye anlatırdı. Evet, öyle “dikeliş” derdi. Kelimeleri hep yanlış söylerdi ama yine de ne dediği anlaşılırdı. “Göz yanılması” diye bir şey olmadığını, aslının “göz yanılsaması” olduğunu öğrendiğim zaman ses etmedim. Yanlış söylenmiş kelimeler onun dudaklarında can buluyordu. Sanki doğrusunu söylese sözlerinin sihri kayboluverecekti. Onun yalanları ve yeminleri gibi, yanlışları da güzeldi. “… beşeri tarih boyunca hiçbir hanende yoktu ki Sultan Hanım gibi avazlar çıkara. Ustura gibi, mıh gibi, jilet gibi bir sesi vardı dilberin. Sultan’ın sesi insanı yarardı be evlat. Yakardı… Hele ki âşıksan, off, içini dağlardı o avaz. Değilsen de olurdun illa ki… Eşyasız bir oda misali bağrında yankılanırdı o hoş seda. Bâd-ı sabâyla sürüklenen cilveli bir kuşun isyankâr nağmesiyle öterdi dilber. Ateşle oynayan biçare âşığın son nefesindeki kırık ‘ah’ kadar dertli öterdi. Bak evlat, Sultan’ın sesi neydi biliyor musun? Başkasına ait yaralı bir kalbin, senin sinende atmasıydı. Düşün ki yandıkça arzun körüklenir, daha derinden yanmayı dilersin. Aynı öyle işte! Ateş var mı?” derdi babam. 

Unutmayı arzuladığım ezberimin sokaklarında kayboluyordum bazen. Bir ayılıyordum ki babam Sultan’ın umutsuz aşk hikâyesine gelmiş bile. Ben babamda kayboldum. Güzel ve avutmaktan uzak yalanlarının yarattığı toprağa gömüldü arzularım.

Artık çocukluğumdaki gibi onun sigaralarını yakmaktan zevk almıyordum. Hatta hiç sevmiyordum bunu yapmayı ama yine de alışkanlıktı işte. Onun yalanları kadar benim gözlerimdeki heyecan da sahteydi… Birbirimize yalanlar söylüyorduk ama asla karşımızdakini kandırmaya kalkışmıyorduk. Ezberime işlemiş sözler, haritalara girmemiş kasabaların karanlık sokakları kadar tekinsizdi. Unutmayı arzuladığım ezberimin sokaklarında kayboluyordum bazen. Bir ayılıyordum ki babam Sultan’ın umutsuz aşk hikâyesine gelmiş bile. Ben babamda kayboldum. Güzel ve avutmaktan uzak yalanlarının yarattığı toprağa gömüldü arzularım. Sakat olanın “bu soytarı âlem” değil de bineva vücudum olduğunu keşfettiğim zaman onun anlattığı hikâyeleri başka türlü dinlemeyi öğrendim. Onun sözlerinin resmettiği rüyayı görmeyi başardım. Hayalini kuramayacağım kadar uzak bir dünyanın resimleriydi bunlar. Dinlemeyi ama kanmamayı öğrendiğim zaman babamın yalanları daha da güzelleşti. Karanlık sokaklarında kaybolsam da onun sözlerine muhtaçtım. Rüya görmeyi sevmek gibi… Biz birbirimizi avutmak için dünyaya gelmiş iki candık. Bunu çok iyi biliyorum artık. Uzaktan bir  cırcır böceğinin şarkısı yayılıyordu sahipsiz geceye. Şarkı, cellat mezar taşlarının arasından süzülerek Haliç semalarında solup gidiyordu.

“Ama yanlış olmasın ha, rakibesi Hayat Hanım da Sultan Hanım’dan geri kalmazdı. Onun Kanlıca açıklarında okuduğunu biz Karaköy harabatlarında dinlerdik, yalanım varsa şerefsizin ortancı evladıyım. Duydun değil mi yeminimi? Sevdin mi peki?”

Babamın yalan söylerkenki sesi ve yüzündeki kıpırtılar, onun yalanları kadar güzel olurdu. Bazen yemin icat edemez, “Lan evlat inan işte ya, yorma beni” derdi. “Öyle olur mu baba ya? Yemin etmen şart” derdim ben de.

“Hayat Hanım ile Sultan Hanım gibi şakıyan sanatkârlar ancak on bin senede bir inerdi yerin yüzüne. Sultan Hanım sahne aldığı vakit pencereler sonuna kadar açılırmış ki camlar kırılmasın. Yaa! Hayat Hanım okuduğundaysa bütün şişeler çelikten mamül, tencere gibi bir muhafazanın içine konurmuş. Hatta, tenceremsi şeyin içine buz ataraktan rakıyı, şarabı falan soğuk tutma raconu bile bu hadiseden mülhemdir. Gördün mü bak, beni dinlerken neler neler öğreniyorsun. Okula gitsen sana bunları öğretirler miydi sanki? Anca matematik, tarih vırt zırt… Bak ben sana hayatı anlatıyorum. Yine de yemin ettiriyorsun utanmadan!”

Sigarasının yarısına geldiğinde ucu sararmış parmaklarına, cellat mezarlarına sonra da bana bakardı. Benim de sigarasına baktığımdan emin oluncaya kadar hikâyesine devam etmezdi.

Artık bilmem nedir, ne değildir! Bak bilmediğim şeyleri biliyor gibi göstermiyorum sana. Anlıyorsun değil mi? Ben yalan söyleyeceksem bile, sana doğruyu göstermek için yaparım bunu.

“O geceden evvel bunların karşı karşıya geldikleri hiç vaki değilmiş, iyi mi? Hiç ama! Büyük hasetle, merakla öyle birbirlerini uzaktan dinlemişlermiş bir ömür. Çaktırmadan, ilgilenmiyor gibi yaparaktan… Ses meselesi değil sadecene. Civan yaşlarında aynı adama âşık oldukları da söylenir ya, orasını bilemem. Güya adam ikisini de bırakıp Paris’e yerleşmiş. Bunları sevmediğinden değil ha; ikisine de divane olduğundan… Erzurumlu Emrah’ın dediği gibi, ‘büyüğünü sevsem küçüğe yazık*’ hesabı. Artık bilmem nedir, ne değildir! Bak bilmediğim şeyleri biliyor gibi göstermiyorum sana. Anlıyorsun değil mi? Ben yalan söyleyeceksem bile, sana doğruyu göstermek için yaparım bunu. Öyle ya, yalanın bir kıymeti var ki yeri göğü yaratan onu da şey etmiş. Yoksa kurban olduğum bilmiyor muydu yalansız bir hayat yaratmayı? Hâşa!” 

Babam sigarasının külüne, cellat mezarlarına sonra da bana bakardı yeniden. Çok uzaklara, unutulmuş zamanlara bakar gibi dalar giderdi. Çok güzel yapardı babam bu hareketi. İzzet Günay’ın bir filminden öğrenmişti böyle bakmayı. Yıllar sonra televizyonda o siyah beyaz filmi seyredince anladım bunu. İzzet Günay’ı ne çok severdi. Saçı dökülünce kahretmişti. Çünkü babamın İzzet Günay’a benzeyen tek şeyi saçıydı. Bir de unutulmuş zamanlara bakıyor gibi yapması…

“Sultan ile Hayat Hanımlar sadece bir sefer karşı karşıya gelmiş. Öyle… İkisi de aynı şarkıyı okumaya başlamış müzikholde. Güya bu şarkıyı okuyabilen kimse yokmuş beşeri tarihte. Hatta bestekârı Tanburi Theodosius Efendi bile onu besteledikten sonra aklını oynatıp ortalardan kaybolmuş. ‘Büyük günah işledim, şarkının bir yerlerine göklerdeki babamızın sedası karıştı’ diye bir de mektup bırakmış geride. Yastığının üzerinde bulmuşlar mektubu… Bir ruj lekesi varmış hatta kâğıdın dibinde. Ne hesapsa artık! Öyle…  İtalyanca yazmış her nedense. Neden acaba? İşe bak sen, şarkıya Allah’ın sesi karışmış! Vay ulan be! Nasıl heyecanlı, değil mi? O lanetli şarkıyı söylemek için, farklı ses şeysine sahip en az üç kadın lazım gelirmiş. Yani oktan olacak sesinde. Benzin gibi tıpkı. Benzin yüksek oktan olunca ne olur? Güzel yanar, motor tıngırdar, dana gibi böğürmez. Bu şarkı da çok oktanlı ses için bestelenmiş. Diyorum ya, en az üç kadın lazımmış onu icra etmeye. Öyle! Düşün bizim ses sanatkârı hanımlar nasıl bir işe bulaşmış artık. O meşum gece bunlar şarkıyı okumaya başladığında salon boşalmış. Herkes kan revan içinde, üstleri başları paramparça, saçları pöstekiye dönmüş halde dar atmışlar kendilerini sokağa. Sanırsın bir tayfuna yakalanmışlar. Müzikholün kapısından emekleyerek kaçan kaçana! Kalmakta ısrar eden üç kişinin de oracıkta zehri çatlamış. Vallahi! Sırıtma ulan pezevengin evladı, yalan mı söyleyeceğim sana bu yaştan sonra? Yemin ettik ya! Hanendelerin ikisi de okumayı bitirince sahnenin birer ucuna yığılıp kalmışlar. Bağrı delinmiş gariplerin. Müzikholde şef garson Recai Abi vardı, Karagümrüklü. ‘Agam, Sultan’ın dudağının kenarından kan akıyordu, Allah her türlü belamı versin’ demişti. Rujuyla aynı renkmiş kan. Sonra bunları Şişli Etfal’e kaldırmışlar ki üstopsi yapılsın falan hesabı. Ne olmuş bil bakalım?”

Babam sigaranın sonuna gelirdi. Yalan hikâye ve sigaranın külü titremektedir artık. Son bir fırt daha çekecektir, son bir cümle daha söyleyecektir. Yarım ay koyu bir bulutun arasına girecek ve dünya cellat mezarlarının uğursuz taşlarının rengine boyanacaktır. Babamın öleceğini biliyorum, bir kadeh bile onu öldürebilir, demişti doktor. Babamın öleceğini herkesten saklıyorum. Kendimden bile… Kim tekerlekli sandalyemin jantlarını temizler ki? Yalnız ne olurum ben ya? Yürüyememek ne kötü! Bir kez söyledim bunu ona. “Yürüyecen ne olacak, ben elli sekiz senedir yürüyorum, bir nane yok? Yürümek dediğin bir göz yanılması” dedi.

Şimdi hikâyenin sonunu söyleyecek, son fırtı çekecek, külü düşürmezse demek ki eli titremiyor. Bir kadehi hak etmiş olacak. Ah, keşke o kül hep düşseymiş. Düşen her kül biraz daha yaşama, bir hikâye daha anlatma ihtimali…

“Şişli Eftal’in şef doktoru demiş: ‘Buraya iki değil, bir kadın geldi, yanlışınız var. Sultan Hayat diye bir kadın…’ Ortalık ayağa kalktı, gazeteler bile yazdı, o derece yani. Senin doğduğun seneydi. Çok mevzusu oldu. İşin aslını anlayamadık gitti. Güya kadın kendine rakip olaraktan gecenin bir yarısı Sultan olup Rumeli Yakası’nda çıkıyor, sonrasında da Anadolu Yakası’ndaki konaklarda, müzikhollerde… Ne büyük sır ama! Kendisinden başka rakibesi yok tabii. Vay ulan vay! Otuz yedi sene bu oyunu oynamış. Neymiş maksadı, Yaradan bilir ancak! Bir ara başka şeyler de yazıldı çizildi. Dönemin mühim gazetecisi Namık Gürgüntek bir yazı yazdı o ara. Dedi ki…”

Binlerce kez anlatılan ve her seferinde değişen, zenginleşen, benimle birlikte büyüyen bu hikâyeler bitmedi ama babam öldü. Külü düşürmemeyi başardığı için ölüp gitti. Ben çok yalnızım. Sultan Hayat kadar yalnızım. Kendimden bir can yaratmak, onun bağrını deşecek bir şarkı okumak isterdim. Kül düşmeyince babam kazandı ve öldü. Şarkı ve hikâye yarım kaldı. Binlerce kez anlatılan bir hikâye nasıl yarım kalır ki? Nasıl kalır, biliyor musun? Jantlar zımparalanmazsa paslanır ya, öyle işte.

Kurbağa vıraklamaları, cırcır böceklerinin biteviye şarkısı rüzgârın içinde salınırken bir sigara yakıyorum bazen. Cellat mezarlarına ve ötelere bakıyorum. Göremeyeceğim kadar uzağa…

Dün çok eski bir mecmua çıktı babamın eşya sandığının dibinden. Toprak, çimen, kuru incir çarpsın ki! Meşhur ses sanatkârımız Sultan Hayat’ın fotoğrafı vardı kapağında. Neyin üzerine istersen yemin ederim. Kurbağa vıraklamaları kalan ömrümün üçte ikisini götürsün ki yalan söylemiyorum. 

Ben babam gibi kül düşürmeme kumarı oynamayı beceremiyorum. Güzel yalan da söyleyemem. Zaten jantlar bütünüyle paslandı, tekerleklerin havası söndü. Dalgın dalgın, unutulmuş zamanların fotoğraflarına bakıyorum şimdilerde. İzzet Günay ve babam gibi… 

Aklımda, binlerce kez anlatılmış ama her biri farklı biten bir hikâye var. O benim işte. Öyle!

İzzet Günay yaşıyor mu? İzzet Günay ne ki, dünde kalan bir göz yanılması! Beyaz bir perdeye düşen gölge. Hepimiz gibi… İnsan göz yanılması olduğunu bile bile o filmleri seyretmiyor mu zaten? İnanarak ama güvenmeden… Kül düşmediği sürece mesele yoktur, neye istersen inanırsın.

Kül düştü. Sultan Hayat bir daha öldü. Dudağından akan kan rujunun rengindeydi. Neden acaba?

İzzet Günay nereye bakıyordu ki? Babamla aynı yere mi?

Ben de hep oraya baksam kendimi görür müyüm bir gün? İçimdeki ötekimi görür müyüm? Bir günlüğüne. Kül düşmüyor bir türlü. İzzet Günay yaşıyor mudur? O da kül kumarını kazandığı için öldü mü yoksa? Bir gün hepimiz kül kumarını kazanacağız, değil mi? O zaman babam haklıydı. Hayat dediğimiz nane bir göz yanılması. Sinema gibi.

Jantlar haricinde her şey bir göz yanılması. Babamın yalan hikâyeleri ve onların ne kadar yalan olduğunu mimleyen yeminleri ne güzeldi. Sen yalan olmayan bir hikâyenin güzel olamayacağını anlayabilecek kadar yaşadın mı bu hayatta? Yoksa baştan başlaman gerekebilir.

Şimdi sus da sana Sultan ile Hayat’ın hikâyesini anlatayım biraz. Vaktiyle iki hanende vardı. Bugün gibi hatırlarım bunlar Kanlıca’da okuduğu zaman biz Eminönü sahilinden dinlerdik o muazzam şarkıları. Bir yaz akşamı…

Kül Kumarı
Okuyucu Derecelendirme0 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews