Bu şifreli anlatım keşke yalnızca kendi kontrolümde olsaydı ancak değil. İnandığım olaylar genellikle belirli erkeklerin dünyayı yönettiği ile ilgili ki bunu zaten görebiliyorsunuzdur sevgili okuyucu. Laxey Glen bölgesinin tam üstünde bulunan Kirk Lonan Kilisesi semalarındaki bir ormanda Towl Creg y Vuganne diye kayıp, sisli bir şehir bulunmaktadır.
Seçimler yaklaşıyor. Dışarı çıkıyoruz. Dostlarımızlayız. Doğum günüm. Şeytanlar çırılçıplak atların üstüne binerlermiş. Apakurya festivali, İskenderiye dörtlüsündeki karnavallarla ilişkili olabilir mi? Dinoysos ayinleri şeytan ayinlerinin eski adı mı? Şimşekler çakıyor. Hava yağmurlu. Oldukça eğleniyoruz. Dedem kadınları, çıplak kadınları görünce yine şeytanlar televizyona çıktı diye söylenirmiş. Osmanlı karnavallarında çıplak kadınlar atların üzerinde gezer, hemen herkes maskelerine güvenerek masaların altında sevişirmiş. Ne büyük bir bohemlik. Charles Baudelaire sen bile bunları sonradan öğrendin sanırım. Doğu otantikliği boşuna değilmiş. Hepimiz bu ülkeden seçimlerden sonra kaybedersek gideriz. Franco neredeyse eceliyle öldü. Bitmiyor. Bitmiyor. Bu İskenderiye dörtlüsündeki Justine tamamen idealist bir Yahudi çıktı iyi mi? Keşke romantik olmaktan bu kadar korkmasaydın sevgili Durell. Neyse ki kitaplarının sonunda bir hayli başarısızsın.
Söylendiğine göre Buganne adında korkunç bir yaratık varmış bölgede. Yeraltına doğru eğilin ve kulaklarınızı çembere dayayın korkunç bir inilti sesi kulaklarınızı dolduracaktır. Buganne Gil adlı bir cücenin hayaletiymiş. Siz dermiş, “beni kapıdan içeri almadınız ve ben şimdi sizi kuyunun dibine sürükleyeceğim”. Calybrid adlı bir Galler prensi kuyunun dibine yaklaşmış. Hayatın anlamını arıyormuş belli ki. Gövdesini çemberin içindeki prizma işaretlerinin içine batırmış ve konuşmaya başlamış “seni babam ve annem içeri almadı. Benim suçum yoktu. Benim suçum seni yaratan sistemle ilgili değil. Şimdi söyle, bir anlam var mı?” Büyük bir uğultu yere kapaklanmasına yol açmış. Ani bir uğultu toprak tozlarını üzerine sıçratmış. Kükreyen bir ses bedenine intikal etmiş ve onu sırtında bir hançer yarası hissetmesine sebep olmuş . Gök gürül gürül parçalanıyormuş. Bulutlar Gemilerin güvertelerini gizliyormuş. Calybrid kaybolduğunu anlamış. Dev bir sesle Buganne adeta çığırmış. “ Git buradan bir anlam yok.” İyi ile kötü kötü ile iyi ancak hikayeler anlatırsak inşa edilecekmiş. Meleklere inanmak tehlikelidir diye düşünmüş Calybrid. Buganne’nin sipsivri yeşil bir burnu varmış. Burnunun üzerindeki kalın bir ben bulunuyormuş. Kulakları kepçe, gözleriyse çirkin bir estetiği akla getirecek kadar çukurluymuş. Kahverengi gözleri rahatsız edici derecede büyükmüş.
Küçükken yazları bir otele giderdik. Orada bir havuz ve şelale vardı. Bazen lazerli canavarların gösterileri olurdu. Türkiye’de pek siyaset ve felsefe konuşulmazdı. Eğlenceli bir muhafazakarlık söz konusuydu. Kimse kimseyi düşmanlaştırmazdı. Önemli olan daha çok kâr etmekti. Bireysellik modası hakimdi. Ancak insanlar yine de bir araya gelmeyi seviyordu. Fakat oldukça salak saçma tartışmalar yapılırdı. Dünyayla entegre bir halde değildik. Cahillikten doğan tüketim odaklı bir iyimserlik havası vardı. Buganne diye hitap edilen yaratık bana mağaranın içindeki ışık gösterisinde görünmüştü. Hızır gibi en sıkıldığım anda yardımıma yetişmişti. Çirkinlik üzerine henüz okumamıştım.
Buganne Calybrid’in kulaklarına bir şeyler fısıldamış. Kaybolan prensin hayatı o günden sonra değişmiş. Artık dilencileri içeri alıyor. Onlarla beraber eğleniyormuş. Böylelikle altınlarını çarçur ediyorsa da paylaştığı için mutlu oluyormuş. Buganne’nin ne dediğini bana söylemese de kötü olarak kabul ettiği şeytanlarla dostluk kurabildiğinden dolayı ben onun anlam arayışının sona erdiğini düşünmüştüm.
Televizyonda uçaklar New York’daki en yüksek kulelere çarptı. Ben dedim ki burada bir gariplik var. Neden modern binaları vursunlar ki. Biraz daha şatafatlı yerleri tercih edemezler miydi? Sonuçta korkunç bir çarpışma. Kaybolan insanlar. Hepimizin öleceğini anlatan anlar. Yıkılan binalar. Ölen insanlarımız.
Televizyonda uçaklar New York’daki en yüksek kulelere çarptı. Ben dedim ki burada bir gariplik var. Neden modern binaları vursunlar ki. Biraz daha şatafatlı yerleri tercih edemezler miydi? Sonuçta korkunç bir çarpışma. Kaybolan insanlar. Hepimizin öleceğini anlatan anlar. Yıkılan binalar. Ölen insanlarımız. Vurulan insanlarımız. Patlayan insanlarımız. Soyularak açlığa mahkum edilen insanlarımız. Bizim yer altından bir sesi umutsuzca beklememiz. Hikayelere inanmak isteyişimiz. Eyfel kulesini arkasına almış, ince bıyıklarıyla işgali kutlayan melek gülüşlü bir diktatör. Babamız, dedemiz her şeyimiz. Aşık olduğumuz adamlar. Aşık olduğumuz bombalar. Yazılan savaş karşıtı eski kitaplar. Elimizden alınan parçalanan bir gram kum saati. Remarque “Batıda Yeni Bir şey Yok” ya da Louis Ferdinand Celine’in “Gecenin Sonuna Yolculuğu.” Katliamlar üzerinden prim yapan diktatörler. Ancak dünya çok gelişiyor öyle değil mi? Her şeyin kökünü kuruttuk. Geriye olamayan insan ruhu kırıntıları kalmıştı onları da elimizden almayın diye yalvaran şeytani bir çocuk. Türkiye’de de sürekli birileri öldürülmüyor mu? Peki zaman zaten zorunlu bir ölümü dile getirmiyor mu?
Anneannem Buganne ile konuşmaya gitmiş. Daha doğrusu Buganne ona Hızır kılığında uğramış kapısını çalmış. Anneannem dilenciyi içeri almış. Dilenci anneannemin kalın baldırlarına bıçağını sürterek dua etmiş. Anneannem şifa bulmuş. Düştüğü attan dolayı sakat kalan ayakları kuvvetlenmiş. Ertesi gün yürüyebilmeye başlamış. Umberto Eco bir şifre taciriymiş. Aslında yazdıkları her şey gerçekmiş. Borges’in de öyle. Yani gizli ayinler, uyuşturulmuş zombiler ve korktuğumuz her şey gerçekmiş. Bunların hepsi bir algının oluşturulması ile ilgili. Yalan söyleyerek oluşturulur kurgular. İnsan zihni birçok şeyi birbiriyle ilişkilendirir. Sonra gelecekle ilgili kelimeler üretiriz. Bu kelimeler sistemleri oluşturur. Bu sistemler ölümü bile masumlaştırır. O zaman her şey koskoca bir aldatmacaysa, neden oyunu ben kurmayayım ki dediğimiz anda haddimizi bilmemeye başlarız. Bu had bilmezlikte bir sıkıntı var mı bilmiyorum? İşte olaylar kendi içinde farklıdır. İnandığımız hikayeler her zaman gerçek dışıdır. Hikayelerin hangilerinin gerçek olup olmadığını anlayabilmekse yüksek bir ciddiyetsizlik gerektirir. Objektif olabilmek için olayın özüne inebilmeye gayret etmeliyiz dedi Tolstoy. Pek sıkıcı olsa da deneyelim ne dersin sevgili okuyucu? Bütün bu yazı benim kontrolümün dışında bir şifrenin aktarımı için geliştirildi. Merak edenler Goya’nın cadılarla ilgili ne ifade etmek istediğini inceleyebilirler.