Renk

Buğra Çilsal

Ona dokunan, ağaçtaki bukalemunu fark etmemiş olması değil, üç gündür Madagaskar’da olmasına rağmen çevresiyle ilgili detaylara kafa yormamasıydı.

Evdeki kıştan ayrılıp Güney Yarımküre’nin sıcaklığına geçtiği bu yerde eski yazılarına dönüp yepyeni bir şey yazmaya başlamak ve eski yazılarını unutmadığından emin olmak istiyordu. Özellikle gençliğinde kafa yorduğu meselelere yıllarca bir daha dönmemişti, ama işte bavulunu dolduran kağıtlar, bu meseleleri de dert edinmişliğin kanıtları olarak duruyordu.

Havalimanından çıkarken gümrük kontrolü için bavulunu X-ray cihazına koymasını istediklerinde içinden gülmüştü. Eskitilmiş ahşap görünümü ve kavlamış deri parçaları bavulu suça araç olacak sefillilkte gösteriyor olmalıydı. Halbuki içinde orta kalitenin üstünde sayılabilecek birkaç t-shirt, siyah pantolon, uyurken sineklerden korunmaya faydası olacağını düşündüğü uzun kollu kıyafetler, iş bilgisayarı ve en önemlisi, yirmi dört yaşına kadar yazdığı tüm yazılar vardı.

Zaman pek de umduğu bollukta gelmemişti. İki günlük fuarın ardından Halil’in biraz şehri görmek için yalnızca bir öğleden öncesi kalmıştı ve ülkenin -son iki gününün tamamını iş ile geçirdiği- büyük konferans salonu olan yabancı bir otelden ibaret olmadığından emindi. Bu nedenle erkenden kalkmış ve resepsiyondan bir taksi çağırılmasını rica etmişti.

Şöforden onu bu sakin pazar sabahı başkentin tepelerindeki eski saraya götürmesini istemişti. Şehrin en can alıcı yerinin orası olduğunu önceki gün izlediği kent tarihine dair bir kısa filmden öğrenmişti.

Bukalemunu fark etmesini sağlayan adam ise Kraliçe Sarayı’na gelmeden önceki son virajda önlerine atlamıştı. Otoparka girmelerini, daha ileri devam edemeyeceklerini söylemişti. Yolu kesme şeklinden tedirgin olmuştu Halil. Şöfor onay istercesine başını ona çevirince de tedirgin bir şekilde onaylamıştı.

Dar ve altı-yedi araçlık park alanına girmeye çalışırken Halil aşağı indi. Adamlardan çok kısa ve sarı t-shirt giymiş olanı boynuna asılı duran bir yaka kartını göstererek rehber olduğunu ve Fransızca ya da İngilizce hangi dilde konuşmayı tercih ettiğini -daima kibar ve “sir” ekleyerek- sormuştu.

Halil’in cevabı üzerine İngilizce “saray bu taraftan efendim, yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş ile etrafını gezeceğiz” dedi.

Hafif yokuşu çıkarklarken sağlarında, mor çiçekleri açmış bir jakaranda ağacının arkasında, yemyeşil koltuklarıyla dev milli stadyum ve daha da geride yapay Anosi gölü görünüyordu. Gölün ortasında yer alan bir adacağın üzerinde melek kanatları belli olan bir savaş anıtı yükseliyordu. Halil fotoğraf çekmek için durmak istedi.

Rehberi o zaman eliyle işaret ederek bukalemunu fark etmesini sağladı. Mosmor jakaranda çiçeklerinin arasında saklı duruyordu.

O ana kadar arkalarından gelmekte olan taksi şoförü, fotoğraf arasından istifade rehbere Malgaşça bir şeyler sordu. Sonra Halil’e dönüp “ben izninizle arabada bekleyeyim. Daha yaklaşık yarım saat yürüyeceğinizi söylüyor.”

Halil eski taksi aracının bagajındaki bavulunu düşündü, iş hafızası ve yirmi dört yaşına kadarki yazılarının durduğu bavul…

“Olur, ben gezi bitince gelirim.”

Şöfor giderken arkasında aniden bir iki adam daha belirmişti. Rehber “korkmayın efendim size eşlik etmek ve sizi korumak için burdalar” dedi. Korkması gerekenler onu korumakla yükümlü olanlar da olabilirdi. Yine de endişeye kapılmadı, yalnız içinde bavulunun kaygısıyla yola devam etti.

Saraya giremiyorlardı ve göründüğü üzere bu günkü tek turist oydu. Şimdi dört kişi olmuş rehberler grubundan biri kilitli kapının önünde gişe gibi duran alalede bir masanın arkasına geçerek kurduğu mizansen ile bilet ücreti istedi, verdi.

“Bebekler, kol kola çiftler, zarif kadınlar, el arabası süren adamlar, kızını kucağında taşıyan babalar, sırtında bebekle yürüyen çocuklar, çöpler, kirli sular, yerde yatanlar, sosisler, öküzler, pilavcılar, her şey sokakta. Kayıp nesneyi bulma oyunundaki gibi. Havada halen yakılan ormanların kokusu.”

“Sarayı etrafından dolanacağız efendim.” Böylece dar toprak yollardan arka mahallenin içine girdiler. Derme çatma evlerin içinde sürekli bir hareket vardı, bir yerlerden yüksek ritimli bir müzik duyuluyordu, ancak patikalarında ondan başka kimse yoktu. Sollarında teraslar halinde derme çatma evler sıralanmıştı. Birkaç yüz metre aşağıda, epey uzakta, ekili alanlar seçiliyordu. Sarayın olduğu tepe, şehrin en yüksek yerlerinden birinde olduğu için şehrin hudutları ve ardındaki dağınık ormanlık alanlar dahi görünüyordu.

Evlerin çoğunun çatısı incecik demir sacdan ibaretti, sacların üstündeki köşelere kiremitler yerleştirilmişti. Halil’in evlere bakmakta olduğunu fark eden rehberi: “Düşünün efendim, bu koca kasırgadan korunmak için yaptıkları tek şey” diye açıklamak durumunda hissetti.

“Havadaki yanık kokusu neden?”

“Ormanları yakıyorlar, tarım alanı açmak için, ama bu kolay değil. Şu ağacı görüyor musunuz? Ne kadar geniş kökleri. Toprağa sarılıyor.”

Halil, yürüdükleri yerlerde yabancı olarak dikkat çekiyordu ama herkes işinde gücünde gibiydi. Boşlukta gözünü gezdiriken bavulunu düşündü. Taksici kaçsa her şeyi biterdi. Bir anda içinde yanma ve yalancı bir terleme duydu. Ufak bir dönemeçin ardından tekrar tırmanmaya başlamışlardı.

“Uzaktaki parlak sarı kulübe nedir?”

“O bir kuyu. Her eve yirmi bidon su gerekir günde. O kuyu bunun için çok yetersiz.”

Şimdi dikkatle bakmıştı, sarı ve koyu lacivert boyalı küçük bir büfe-kiosk sarı sarı parıldıyordu mahallenin kalbinde, etrafında onlarca bidon duruyordu.

“Yetse iyi olurdu, yanıma su almamışım” dedi, şaka yapmak gereği duymuştu rehberin acı gerçek sözleri üzerine.

“O su bizim için efendim, sizin için değil. Siz içerseniz hasta olursunuz, biz olmayız.”

Yol bu sırada düzgün parke halini almıştı, arkada kiremitlerle bezeli, revaklarlı seçilen batı tipi bir kule görünüyordu.

“Eski Madagaskar kralları saraylarını ahşaptan yaparmış.Taşı buraya getiren Avrupalılar efendim.”

Bir mahallenin ortasına çıkmışlardı. Sağlarında Kraliçe Sarayı ihtişamıyla duruyordu. Kare bir planda dört kulenin arasında adeta İngiliz malikanelerini andırıyordu.

Etrafında gürül gürül koca bir mahalle yaşıyordu. Herkes, her şey ortada. Bütün kapılar, pencereler açık. Hatta merdivenler bile. Bebekler, kol kola çiftler, zarif kadınlar, el arabası süren adamlar, kızını kucağında taşıyan babalar, sırtında bebekle yürüyen çocuklar, çöpler, kirli sular, yerde yatanlar, sosisler, öküzler, pilavcılar, her şey sokakta. Kayıp nesneyi bulma oyunundaki gibi. Havada halen yakılan ormanların kokusu…

Mahallenin görünürden kaybolduğu yerde küçük bir meydan ve yine toprak dar bir patika vardı. Küçük  meydanın köşesinde roma sütunlarıyla çevrilmiş dar bir alanın önünden geçerken “burası eskiden kelle alma yeriydi” dedi rehber, “İngilizlerin hediyesi”.

Sarayın ön cephesi küçük meydan da geride kalınca, ıssız bir anda karşılarına çıktı, bir tam daire çizmişlerdi. Demir parmaklıklarla çevriliydi. “İsterseniz içeri sıvışıp sizin için fotoğraf çekebilirim” dedi rehber. Korku, hayal gücüne engel olamamaktan ileri gelir derdi bir büyük yazar. “Tabi al, teşekkürler” dedi Halil.

“Telefonunuz çok güzel efendim. Burada bulunmuyor böyle telefonlar.”

Tebessüm etti, rehberin omzunu sıvazladı. Dokunmak istemişti ona güvenmek istediğini anlatırcasına.

Bavulu, telefonu ve kendi, bu toprak ve kimsesiz yolda hepsinden -tüm modern varlığından- olmuş olabilirdi.

Neyse ki rehberi yanına geldi kısa bir süre sonra, telefonunu verdi. “Yol bu kadardı efendim”, arkadan onları takip eden koruma-arkadaşları yeniden belirmişti. “Bize bir şey vermek isterseniz…İyi bir bahşiş… O çok az olurdu efendim…”

Yüklü sayılabilecek bir bahşiş vermişti. O sırada, etraflarında oynayan çocukları ayrımsadı. Mor jakaranda ağaçlarından birine kopmuş dal ve sopalarla uzanmaya çalışıyorlardu.

“Ne yapıyorlar?”

“Bukalemunu rahatsız ediyorlar, dilini görmek için.”

Ağacı süzdü, yine bukalemunun nerede olduğunu görememişti.

Birkaç adım ötede taksicisini seçince içi rahatladı.

Bavulunu düşündü, korktuğu olmamıştı, bagajdaki emin yerindeydi. Yine de o ilk hikayeler bavulunu kaybetmiş olmak istedi çünkü içinde bukalemun yoktu.

Orinoko insanlardan geride kalan birçok izle karşılaştı: erken çağlardan kalma taş aletler, manastırlar, çekiç ve kazmalar, sönmüş bir ateşin etrafında bırakılan ziynet malları, kimyasal karışmış su birkintileri… Yalnız harflere, notalara ve insan elinden çıkmış boyalara bakarken düşündü bunların insanlığın patileri olduğunu ve onları takip etti.

Renk
Okuyucu Derecelendirme1 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews