‘’Batı’’ Kompleksinden Kurtulmak

Alp Kozanoğlu

Giriş

Sosyolog Deniz Bağrıaçık Yapı Kredi Yayınlarından çıkan ‘’Sorsana Bizi Sevmiş mi?’’ adlı kitabında ülkemizde bizimle beraber yaşayan yabancıların gözünden röportaj usulüyle Türkiye’yi anlatıyor bizlere. Yabancıların toplumumuzla ilgili yaptığı gözlemleri okurken kitabın harikulade başlığı üzerine düşünürken buldum hep kendimi. Neden bu başlığa bu kadar takılmıştım ve zevkle okumama rağmen neden kendimi kimi zaman 5- 10 sayfa okuyup hiçbir şey anlamadığımı fark edip tekrar okumak zorunda bırakıyordum? İşte bu soruya cevap ararken içimize yer etmiş ‘’Batı’’ ve onun vatandaşları karşısındaki manasız kompleksimizi fark ettim. Bir düşünsenize, dillerini öğrenme ve kusursuzca konuşma çabamız, kendi kültürümüzle ilgili olumsuz bir yorumla karşılaşma tedirginliğinin yarattığı daimî tetikte olma tavrımız, ufacık olumlu yorumlardan duyduğumuz tutarsız ‘’onaylanma’’ tatmini ve daha nicesi aslında hepimize psikolojik bir yük. Bulunduğumuz coğrafyanın, ülkemizin, ait olduğumuz kültürün teknolojik, yönetimsel hatta üzülerek belirtmek gerekirse belli başlı değer yargıları açısından günümüzde batı dünyasına oranla sorunlu olduğu yadsınamaz bir gerçek elbette. Peki bu duruma tarihsel süreçte nasıl geldik? Duyduğumuz kompleks abartılı hatta kurguladığımız ‘’Batı’’ gerçek olmayabilir mi? Biyolojik olarak pek de farklı olmayan insanlığın kültürel açıdan günümüzde kendinden zayıf olan medeniyetlere üstünlük üzerinden tarihsel anlatıda bulunması ne kadar hakkaniyetli ve doğru? Bu makalede sırasıyla bu sorulara cevap arayacağız birlikte. 

Batı Nasıl Zengin Oldu?

Feodal çağın en büyük toprak sahibi tabii ki kiliseydi. Savaş kazanan Krallar, ahiret korkusu olan köylüler hep Tanrı’nın gözüne girmek adına kiliseye toprak bağışlarlardı. Bu yolla kilise Batı Avrupa’daki toprakların ⅓’üne sahip olmuştu. Papazlara evlenme yasağının bir nedeni, kilisenin kendi memurlarının çocuklarına miras yoluyla kilise topraklarını kaybetmemek istemesiydi.

Batı ve Orta Avrupa’nın çiftlik arazilerinin büyük kısmı malikane denilen bölgelere bölünmüştü. Bir malikane bir köyle, çevresindeki, köy halkının işlediği birkaç yüz dönüm ekilebilir topraktan meydana gelirdi. Ayrıca kiracı köylüler lordun arazisinde ücretsiz çalışmak zorundaydılar ve öncelik lordun arazisindeydi. Hatta insanlar o kadar değersizdi ki, örneğin 11. yüzyılda bir Fransız köylüsü 38 Su’ya bir beygir ise 100 Su’ya satılıyordu. Lord insan gücünü yitirmek istemediği için, serflerin ya da çocuklarının özel izin almadıkça malikane dışından evlenemeyeceği yolunda kurallar vardı yani bir bakıma Feodal dönemde gelenek, yirminci yüzyılın yasa gücüne sahipti, güçlü merkezi bir hükümet yoktu.  Para kullanımı da azdı, insanlar değiş tokuş üzerinden ticaret yapmaktaydı. Doğru kişiyi, doğru zamanda doğru mal ile buluşturmanın zorluğu, ticaret yollarının güvenilir olmaması, kilisenin para kazanacak yolları türlü yollarla kapatmış, kendine almış olması sebebiyle ticaret de gelişmemekteydi. Üretimin amacı sadece kendine yetmekti. Dinen de para biriktirmek hor görülüyordu. Zamanla artan nüfusu besleyecek seviyede besin olmaması, ticari olarak doğuda bulunan imparatorlukların avantajı Avrupa için bugün coğrafi keşifler dediğimiz olayın zemini hazırladı. Besinin saklanması için gereken baharat doğudan geliyordu ve pahalıydı. Artan ticaret için gereken gümüş ise Bohemya, Tirol ve Saksonya bölgelerinde tükenmeye başlayan gümüş ocakları sebebiyle büyük sorunlara yol açıyordu. 1492’de Kristof Kolomb ile başlayan serüven, Hernan Cortes’in Aztek hükümranlığına, Francisco Pizarro’nun da İnka hükümranlığına son vermesiyle devam edecek ve Güney Amerika ile Afrika kıtalarının insan ve kaynak sömürüsüyle sonuçlanacaktı. Aslında bu 2 kıtanın sömürülmesinin etkileri günümüz ekonomik ve siyasal sistemini anlamak adına çok önemli. Güney Amerika’daki zengin maden ocakları sayesinde Avrupa kıtasında para hacmi genişledi, aktarılan tonlarca gümüş sayesinde önceleri belirli loncalara ait olan ya da lordun yönetimi altında olan insanlar, gittikçe ticari özgürlük kazanmaya başladılar ve bu da günümüz kapitalist sistemin temeli olan merkantisilist[1] sistemi yarattı.  İngiltere’de merkantilizm korumacı ve yayılmacı bir sistem olarak Sanayi Devrimi için güçlü bir millî ortam hazırlarken, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde millî birliği sağlamaya yönelik oldu. Tarihin ilk anonim şirketi İngiltere’de 17. Yüzyılda artan ticaret hacminden dolayı bir ihtiyaç olarak kuruldu adı da ‘’Tüccar Serüvenciler’’ idi. Burjuvazi gelişti ve bunun da sosyal etkileri oldu. İnsanlar artık daha özgürlerdi ve bu beraberinde egemen güçler olan kilise ve krallık karşısında bir dizi hak ve güç elde etmelerine sebep oldu. 1789 Fransız devrimi bu gelişmelerin nihai bir sonucu oldu bile diyebiliriz.

Köle emeğine dayanan plantasyonlar sayesinde doğu imparatorluklarının önemi ve kuvveti azalmaya başladı ve Avrupa devletleri güç kazandı. Çünkü günlük hayat için gerekli ham maddeler, besinler, baharatlar çok daha ucuz bir şekilde temin edilebiliyordu. Bu plantasyonlarda ya da maden ocaklarında çalışması için gereken insan gücü de yine Afrika kıtasından temin edilecekti. Araştırmalara göre 15. Yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar toplam 12,5 milyon Afrikalının köle olarak Afrika’dan koparılıp çalışmak üzere Amerika kıtasına yollandığı söyleniyor. Bir bölgenin gelişmesi, korunabilmesi, üretebilmesi açısından insan kaynağının önemi düşünülürse bu çok yüksek bir rakam ve aynı zamanda da yadsınamayacak bir parametre. 

Özetle Sanayi devrimine ve Avrupa ve Kuzey Amerika’nın bilimsel, yönetsel ve askeri atılımlarına bugün kullanımda olan haritalama metodundan dolayı olduğundan çok daha küçük gözüken ve aslında içine Çin, Meksika, A.B.D ve Hindistan’ı sığdırabilecek boyutta olan Afrika kıtasının insan kaynağı ve Latin Amerika’nın ham madde kaynakları sömürülerek ulaşıldı.

Sonuç

Günümüzde hiçbir olumsuz olgunun sorumluluğunu üzerine almamak ama kendini her türlü olumlu sonuçtan sorumlu tutmak sadece insanların değil, maalesef hükümetlerin de alışkanlığı haline geldi. Elbette bugün sosyal, yönetsel ve teknolojik atılım açısından sorunlar yaşayan ülkelerin/toplumların bu durumun oluşmasında ya da yeterince düzelmemesinde kendi payları da büyük. Bu gerçeği asla yadsımamak gerekiyor, çünkü hepimizin de bildiği üzere kendinde suç bulmayanın kendini düzeltme şansı da olmaz. Bu yargıdan hareketle az sonra okuyacaklarınızı yine de bu çerçeveye oturtmadan okumanızı rica ederim. Çünkü kendine hiç suç bulmamak ne kadar abes ise tüm suçu kendine bulmak suretiyle aşağılık kompleksi perspektifinden durumları analiz etmeyi de aynı derecede sorunlu görüyorum.  Çünkü bugünkü dünyanın öbür ülkelerine oranla nispeten daha özgür, müreffeh ve lüks içinde yaşayan batı toplumu bunu yine kendini kıyasladığı ve kendine referansla aşağıladığı dünyanın öbür kalanının pahasına kendi durumunu yarattı ve hala sürdürmeye çalışıyor. Bugün latin Amerika’nın ham madde, Afrika’nın ise insan talanından sonra o bölgelerde kurulan bağımsız devletlerin kapitalist sistemde batı ile aşık atamamalarının arkasında iddia edildiği gibi sadece kültürel nedenler yatmamakta. Başka ülkelerdeki ham maddeyi ucuza almak için oradaki diktatörleri destekleyen, kendi çıkarına çalışmayan liderleri suikaste uğratan, ideolojik olarak uyuşmuyor diye fetheden ya da en hafifinden ambargo uygulayan ve tüm bunların sonucunda oluşan kitlesel göç dalgasında da bu sistemi yaratan ve sürdüren batının burun kıvırması ikiyüzlülüğün göstergesi değil mi? Gerçek demokrat her toplum için demokrasiyi, insan haklarını istemez mi? Rahmetli Uğur Mumcu’nun da deyimiyle insanlar sustuklarından da sorumlu değil midir? Tarih boyunca farklı kültürlerin ön planda olup farklı kültürlerin geride kaldığını okumuyor muyuz? O halde bu bitmez tükenmez batı hayranlığı, kompleksi niye? Sahi sandığımız ya da bize anlatıldığı gibi bir cennet ‘’batı’’ var mı karşımızda? Soruları okuyanlar elbet farkı cevaplayabilirler fakat ben kendi cevabımı vererek yazıyı sonlandırmak istiyorum. 

Coğrafi keşifler ve köle tacirliği sayesinde elde edilen, sanayi devrimi ve globalizm ile süren yenilikçi-üretici batı ve onların mallarına muhtaç geri kalanlar devri kapandı. Bunun sağladığı refah sayesinde ‘’demokrat’’ gözüken batı bugün 2. Dünya savaşı üzerinden sadece 77 sene geçmişken radikal sağ hareketlerin tekrar iktidara geldiği, yabancı düşmanlığının arttığı bir çağa dünyanın geri kalanına oranla bunca ekonomik, yönetsel ve teknolojik gelişmeye rağmen gelinebiliyorsa bu farkın da filmler, kitaplar, anlatılar yoluyla bize aşılanan ‘’Kültürel üstünlük’’ ile alakalı olmadığı gerçeğini gösteriyor. Dolayısıyla eksikliklerini hiçe sayan ve rüyada yaşayan tutumumuz ne kadar saçmaysa, ‘’sorsana bizi sevmiş mi’’ sorusundaki kendini aşağı gören pozisyon da o denli yanlış. Yani anlayacağınız ünlü Slovenyalı düşünür Sloven Zizek’in de deyişiyle ‘’Öyle bir Norveç yok, Norveç’te bile yok!


[1] Merkantilizm: Bir ülke finansal gücünü 2 şekilde arttırabilir ya altın ve gümüş stoklarını en yüksek seviyeye çıkartarak ya da cari fazla vererek. Merkantilist bir ülkenin amacı başka ülkelerden olabildiğince üretim açısından bağımsızlaşmak ve kendi talebini karşılayabilmektir.


Kaynakça

Sorsana Bizi Sevmiş Mi, Deniz Bağrıaçık, YKY Yayınları

Tüfek, Mikrop ve Çelik, Jared Diamond, Pegasus Yayınları

Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, Leo Huberman, İletişim Yayınları

Fatihler, Korsanlar, Tücarlar, Carlo M. Cipolla, Alfa Yayınları

Büyük Gerileme: Zamanımızın Ruhu Üzerine Uluslararası Bir Tartışma, Heinrich Geiselberger, Metis Yayınları

Irk Kavramını Kim Keşfetti, Robert Bernosconi, Metis Yayınları

Küreselleşme & Toplumsal Sonuçları ,Zygmunt Bauman, Ayrıntı Yayınları

Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, John Perkins, April Yayıncılık

Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galleano, Sel Yayıncılık

‘’Batı’’ Kompleksinden Kurtulmak
Okuyucu Derecelendirme0 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews