Bir Oksimoron Meselesi Olarak Yasak

Alp Kozanoğlu

Hayatın anlamı nedir? Bu dünyaya neden geldik ya da nereden geldik? Hissettiklerimin kaynağı neresi? Aslında yapmak istemediğim şeyleri neden karşı konulamaz bir arzuyla iliklerime kadar hissediyorum? Ben kimim? Özgür olmayı istiyor muyum o zaman özgürken neden hala mutsuzum?…

Ünlü psikanalist Freud, insanların yasak olmayan yerde kendine yeni yasaklar türettiğinden bahsetmişti bir yazısında. Bu görüş ilk başta oldukça karanlık ve umutsuz geliyor insana. ‘’Yasak’’ tarihsel bağlamında bireye içinde bulunduğu medeniyetin onun üzerinde otorite kurması için ona rağmen konulan bir araç en nihayetinde.

Bu ve benzeri birçok soru insanlık tarihi boyunca kuşaklar boyu soruldu hala da sorulmakta. Mağarada taşın üzerine çizim yaparak kendini ifade eden insan da, modern dünyada dışarıdan bakıldığında gayet basit gözüken bir sosyal medya paylaşımı yapan da en nihayetinde aynı huzursuzluğun kurbanı. Bunca kuşaktır tam olarak cevaplanamayan ya da dönemsel olarak farklı cevaplara sığınılarak/inanılarak yaşanan bu soruları sormamızın gözüken sebebi elbette cevapları. Fakat onca toplumsal gelişmeye rağmen cevapların bizi hala tatmin etmediği de gün gibi aşikar. Sorular elbet cevapları için sorulur ve yerlerini yeni sorulara bırakırlar, fakat konu ‘’yaşama anlamı’’ ya da ‘’yaşama amacı’’ olunca pek öyle gibi gözükmüyor. Daha çok sonucuna ulaşamayalım diye sormaya devam ediyor gibiyiz. Hep bizden kaçan ama her an erişim ihtimalimizin bulunduğu bir mesafede kalan bir hedef gibi adeta hayat. Sanki onun peşinde koşmayı ona ulaşmaktan daha çok ister gibiyiz. O yüzden de kazara bir anlama ulaştığımızda yol boyunca feda ettiklerimiz ve beklentilerimiz ile pek de doğru orantılı olmayan bir elde ediş yaşıyoruz. Bu hayli hesaplanamaz, dizginlenemez, bir hakkı, bir kaydı olmayan ve sadece kiraladığımız yaşamda hedefimize varamadan göçüp gidiyoruz. Hayat kendimize attığımız en büyük yalan sanki ve biz bu yalanla asla yüzleşemiyoruz. Yasaklar ve kısıtlar da ister toplumsal isterse kişiliklerimizden kaynaklansın bu yüce yolda düşman bellediklerimiz oluyor haliyle. Oysaki onlar bizim can yoldaşlarımız bu yolda, onlarsız ne yapardık hiç düşündük mü? Anlam asla varılmaması gereken bir hedefse şayet bu hedefi suçu bize kalmadan, masum ve temiz kalarak gerçekleştirmenin en güzel yolu yasaklara uymak değil mi?

Ünlü psikanalist Freud, insanların yasak olmayan yerde kendine yeni yasaklar türettiğinden bahsetmişti bir yazısında. Bu görüş ilk başta oldukça karanlık ve umutsuz geliyor insana. ‘’Yasak’’ tarihsel bağlamında bireye içinde bulunduğu medeniyetin onun üzerinde otorite kurması için ona rağmen konulan bir araç en nihayetinde. Yasaklar yüzünden çekilen acılar, yapılan haksızlıklar insanlık tarihinin bir özeti zaten. Tarih anlatımızda geriye dönük ve biraz da ‘’anakronik’’ bir şekilde yasağın kendisini ve uygulayıcılarını eleştirmekle geçmiyor mu zaten? Her ne kadar aynı psikolojik kısır döngüden kaynaklanan yapı içerisinde olsak da, yönetsel ve teknolojik gelişmeler eşliğinde kurduğumuz medeniyet eskisine göre nispeten daha adil ve bu yadsınamaz bir gerçek elbette. Bugün hala ‘’özgürlük-otorite’’ ekseninde tartışmaların dönmesi yukarıda bahsettiğim kısır döngüyü kanıtlar nitelikte kanımca. Beraber ‘’insanca’’ (Ne demekse o? ) yaşayabilme pratiği üzerine inşa ettiğimiz medeniyetin yazılı yasaklardan oluşuyor olması bize bizim hakkımızda ne söylüyor? İnsanın biyolojik mirası ve genleri etrafında şekillenen varlığı başlı başına bir savaşım. Kendimizle, kendimiz için ve yine kendimiz uğruna sürekli mücadele ederken buluyoruz yine kendimizi sıkça. İtiraf edelim pek de anlatıldığı gibi ‘’matah’’ bir varlık değiliz sanki. Zaten içimizden gelenler bu denli kötülüğe meyilli olmasaydı bu kadar yasağa da gerek kalmazdı öyle değil mi? Fakat konumuz bu değil neyse ki yoksa içinden çıkılmaz bir hal alıyor bu konu maalesef. Her şeyin insan için olduğu anlatısı aklıma insan gibi yasaklara ihtiyaç duyan, ancak yasaklarla bir arada yaşayabilen bir varlık nasıl oldu da bu harika deneyimlerle dolu dünyayı hak etti sorusunu getiriyor. Yani yasaklarla mücadele eden, daha az yasağın olduğu daha adil bir toplum, bir yaşama pratiği peşinde koşan, nesiller harcayan insanlık nedense hep kendini yine kısıtlarken buluyor. Yasaklar görünürde düşman ancak aslında bizim ‘’günah keçimiz’’ anlayacağınız, onlar olmasaydı ne yapardık? Yoksa hem bugün hem de tarih boyunca eleştirdiğimiz ve rahatsız olduğumuz onca acının baş sorumlusunun sadece ve sadece varlığımız hatta biyolojik altyapımız olduğu gerçeği ile yüzleşmeye hazır mıyız? Ama iyi insan da var dediğinizi duyar gibiyim, neyse.. 

Anlam üretmek tren biletini kimin verdiğinin belli olmadığı, varış noktasının bilinmediği, a noktasından b noktasına giden bir trende tüm bu sorular altında ezilmeyelim ve nispeten mutlu bir yolculuk geçirelim diye insana verilmiş bir oyuncak sanki. Biz de çocuk gibi oyalanıyoruz, hatta keşke çocuk gibi oyalanmaya hep devam edebilsek ve kafamızı oyuncağımızdan hiç kaldırmasak?

Dostoyevski’nin ‘’Karamazov Kardeşler’’ kitabının ‘’Büyük Engizisyoncu’’ bölümünde yeniden dirilen İsa Katolikliğin o dönem için başkenti sayılabilecek İspanya’nın Sevilla şehrine gelir 15. Yüzyılda yeniden. Mucizeleriyle halkı büyüleyen İsa çok kısa süre içerisinde kardinal tarafından tutuklanır ve zindana atılır. Zindanda bir yanda Hristiyanlık dininin öğreticisi öbür yanda ise onun dünyadaki mutlak otoritesine ve uygulamasına hakim kilisenin görevlendirdiği kardinal baş başa kalır. Kardinal İsa’ya döner ve mealen şu sözleri sarf eder: ‘’Sen insanları özgür kılarak onlara iyilik ettin ama onlar bunu büyük bir kötülük olarak algıladılar. Sen gittiğinde başları boş ve rehbersiz kaldılar. İşte biz (Kilise) bu noktada insanların ihtiyacı olan rehberliği onlara geri verdik. Özgürlüğün tüm yükünü üzerlerinden aldık, onlara ne yapmaları gerektiğini söyledik, onlar da bizi severek takip ettiler’’ Kitabın bu bölümü aslında yayınlandığı dönem için çok devrimsel bir fikri ortaya atıyor. Soren Kierkegaard gibi düşünürler buna ‘’Özgürlük Anksiyetesi’’ de demişlerdi. İnsanların referans noktası hatta rehber ihtiyacına değinmişlerdi. Otoritesiz tamamen özgür bir toplum hayalinin, insanları sandıkları kadar mutlu etmediği ve otorite olmayan yerde kendilerinin otorite yarattığı gerçeğiyle yani. Kilise bu otoritelerden sadece en görünürü, en etkili olanlarından. Aslında kurduğumuz her yapıda aileden, topluma, dilden düşünceye belli otorite ve tanımlanan yetkilere göre davranmıyor muyuz? Hal böyleyken hiç düşündük mü bu kısıtlar aslında bize müthiş bir duygu seli, bir düşünce uğraşı bir eylem kamçısı olarak geri dönüyorlar? İster dışarıdan dayatma şeklinde isterse kendi kendimize olsun yarattığımız kısıtlar hayatı anlamlı kılıyorlar. Bu anlamların bir çoğu mutlu değil oysaki haklısınız fakat insanın mutlu olmak için bu dünyaya geldiğini de yine biz kendi kendimize türettik, öğrettik ve sonra da verili ve değişmez bir kuralmış gibi yine biz kendimize unutturduk. Evet sevgili okuyucu, gerçekten  bu dünyaya mutlu olmak için mi geldik? Beyin yapımız, itkilerimiz mutlu olmaya mı programlı yoksa hayatta kalmaya mı? En derinimizde hissettiğimiz ‘’anlamsızlık’’ kaygısı tamamen kendimize oynadığımız bir oyun aslında. Hiç düşündünüz mü kısıtlar olmasaydı nasıl hissederdik diye? Otoritesiz, hatta olabildiğince yasaksız bir toplum hayal ederken aslında otoritelerin en büyüğü ve en yenilmezi olan zamanı ne yapacağız? Zamana karşı sadece kaybetmeyi erteliyoruz bilim yoluyla o kadar. Kaçtığımız ölüm aslında zaman gerçeğinin süslü bir adından ibaret. Mesela zaman olmasaydı bir yere yetişme kaygısı hissetmezdik, hoşlandığımız kişinin yanında yine onunla ilgilenen birini gördüğümüzde içimiz acımazdı ya da yapamadıklarımızla hayıflanmazdık çünkü nasıl olsa sırası gelirdi. Zamansızlık peşinde koşmak büyük hayal ve bu satırları yaşayan ben şu an uzak olduğum için o sona belki de bu denli cesur biraz da fütursuzca kelimeleri savurabiliyorum; elbet bu da madalyonun diğer yüzü ama kendime şu soruyu sormaktan alıkoyamıyorum; sahi zamansız yani hayatımızın en büyük ve en yenilmez kısıtından kurtulsaydık, yine o sonsuzluğa yetecek kadar anlam üretebilir miydik? Görmek, tatmak, hissetmek kısacası yapmak istediklerimizden yine aynı zevki alabilir miydik? Tüm arzularımıza ulaşsak, Budist rahipleri misali beklentisiz, arzusuz bir noktaya ulaşabilir miydik sahi? Lafı evelemeye gevelemeye gerek kalmadan şunun haklılığını teslim etmemiz gerekiyor sanki; yasaklar hayatlarımızı mahvettikleri kadar bize derin bir anlam da katıyorlar. Yasaklar sayesinde hissedebiliyoruz, yaşam denen tanımlanamaz, çerçevesine sığmaz ‘’şey’’’i geçirebiliyoruz. Anlam üretmek tren biletini kimin verdiğinin belli olmadığı, varış noktasının bilinmediği, a noktasından b noktasına giden bir trende tüm bu sorular altında ezilmeyelim ve nispeten mutlu bir yolculuk geçirelim diye insana verilmiş bir oyuncak sanki. Biz de çocuk gibi oyalanıyoruz, hatta keşke çocuk gibi oyalanmaya hep devam edebilsek ve kafamızı oyuncağımızdan hiç kaldırmasak? 

Yazının sonuna gelirken genel bir yaklaşım tarzını hatta yazının başlığını masaya yatırmak istiyorum izninizle. ‘’Bu dahil tüm genellemeler yanlıştır’’ çok değer verdiğim bir genellemedir. Aynı yasak gibi kendi içinde çelişkili bir ifade yani. Hayat biraz da bu çelişkili varoluşta saklı sanki. Tek bir oluşu, tek bir doğrusu, tek bir reçetesi, tek bir disiplini ve tek bir anlamı yok. Tutarsızlığıyla, değişkenliğiyle, belirsizliğiyle renkli ve bu renklerin hepsini kapsıyor maalesef. Tutarlı olmak, standart koymak insanın düşünce ve duygusal özüne istinaden bir yaşama tutunma pratiği gibi geliyor bana. Yolculuğumuz huzurlu geçsin diye uğraşıyoruz, tüm anlamlandıramadığımız, cevaplayamadığımız ve dolayısıyla korktuklarımızdan kaçabilelim diye. İşte yazının başlığındaki yasaklar da bizim sığınağımız. Tutarsız yaşama, insanca bir ‘’Tutarlılık’’ atfetme çabası hem de çabanın kendisi tutarsızken! Şair Ömer Hayyam’ın dizeleriyle veda edelim bu amansız, uğruna çabalamayı hak eden ama nafile yaşama amacımıza;

Geçmiş günü beyhude yere yad etme, 
Bir gelmemiş an için de feryat etme, 
Geçmiş, gelecek, masal bunlar hep, 
Eğlenmene bak ömrünü berbat etme. 

Niceleri geldi, neler istediler, 
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler. 
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi? 
O gidenler de hep senin gibiydiler. 
Dünyada ne var, kendine dert eyleyecek, 
Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek, 
Zümrüt çayır üstünde sefa sür iki gün… 
Zira senin üstünde de otlar bitecek.                                     

  1. Sevgili Alp Kozanoğlu,
    Keyifle okudum, kalemine sağlık! Severim sorgulamayı kalıpları,kavramları…
    Güzeldir özgürlük, onu taşıyabilecek cesaret ve olgunluk da beraberinde olunca…
    Amaç ve Anlama gelince…
    Amaca yerine göre ulaşılabilir.
    Anlam ise bence ulaşılıp biten birşey değil, ancak değişebilir belki süreç içinde…
    Derin konular… 😎

    0
    0

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews