Sevgili Cervantes,
Ufak bir hesap yaptım, modern Batı edebiyatının kurucu metni sayılan, çoğu edebiyatçının da ilk modern (hatta postmodern) roman olarak kabul ettiği Don Quijote’yi bize armağan edeli tam dört yüz on sekiz yıl olmuş. Dile kolay tam dört yüz küsur yıldır okuyoruz, anlamaya çalışıyoruz, farklı kuramlarla yaklaşıyor, değişik üsluplarla yorumluyoruz. Hatta daha iyisini yazabildik mi sorusunu hâlâ edebiyat camialarında tartışıyoruz. Ve korkarım çok fazla denememize rağmen henüz yeni bir “La Mancha’lı yaratıcı Asilzade” çıkaramadık.
Dilini bilmediğimiz bir eser sağır bir duvar gibidir, haliyle bize armağan ettiğin bu metni de yüz yıllar sonra ancak kendi dilimize çevrildiğinde okuyabildik. İlk kez Tanzimat Dönemi’nde ülkemize gelmiş ve Fransızcasından okunmuş. Yıllar içinden orijinal dilinden doğru ve yetkin bir çeviriyle çevrilince ancak metin satır aralarına sızabildik. Çocukluğumuzda bize sadeleştirilmiş, kısaltılmış edisyonları okutulmuştu oysa sadece bir olay örgüsünden ve iki kahramandan ibaret değil, çok daha fazlasıydı bu anlatı. Üst kurmacası, hiciv yönü, politik alegorileriyle roman, modern okuru avucuna aldı ve yıllardır bırakmıyor.
Bütün bu atlattığımız fırtınalar yakında havanın sakinleşeceğine ve olayların bizim için hayırlı olacağına işaret ediyor; çünkü ne kötülükler ne de iyilikler daimî olamaz. Kötülük uzun sürdüğüne göre de iyilik yakın demektir.
Romanın diğer ülkelerdeki dalgalanmalarına bakınca neredeyse tüm ülke edebiyatlarının bir tür Don Quijote etkisi altında kaldığını gördük. Çariçe Katerina’ya ulaşan çeviriler sayesinde Puşkin’in Gogol’ün, Turgenyev’in birer “La Mancha’lı asilzade” yaratmaya çalıştığı metinleri okuduk. Dostoyevski’nin günlüğüne “Don Quijote’den daha etkili bir roman yazamadım” cümlesini not etmesi de bir diğer önemli anekdottu biz edebiyatçılar için. İngiliz Edebiyatında ise yüzyıllara yayılmış değişken etkiler söz konusu. On yedinci yüzyılda sadece içindeki komedi öğelerini taklit etmişler, on sekizinci yüzyılda hiciv yönünü, on dokuzuncu yüzyılda derin anlamlar arayıp bulmuşlar ve ancak yirmindi yüzyılda tam olarak anlaşılabilmiş romanın. Görüyorsun ya Cervantes, sen bir roman yazıyorsun, insanlar yüzyıllarını bunu anlamaya adıyor. Fielding’ten Jane Austen’a Dickens’tan Flaubert’a kadar herkesi etkin altına almışsın. Kısacası, modernitenin düşünsel dünyasını Descartes başlattı, edebi dünyasını da sen kurdun.
Bu saydığımız yazarların hiçbirini tanımazsın sen tabii zira hepsi senden yüzyıllar sonra doğdu ve yazdı. Peki neden ayçiçeği gibi yüzümüz hep sana döndü sevgili Miguel de Cervantes?
Bazı kaynaklar senin 1571 senesinde Osmanlı’nın İnebahtı Deniz Savaşı’nda savaşıp sol elini orada kaybettiğini yazıyor. Burası sanırım doğru. Kimi kaynaklar daha da ileriye gidip senin esir düştüğünü, Kılıç Ali Paşa Camii inşaatında çalıştığını iddia ediyor. Bunun doğruluğunu tam olarak kanıtlayamadık ancak savaştan yıllar sonra ülkene dönüp yazmaya başladığını biliyoruz. Belki de arka arkaya yaşadığın talihsizliklerdi sana Don Quijote’de şu cümleyi yazdıran.
“Bütün bu atlattığımız fırtınalar yakında havanın sakinleşeceğine ve olayların bizim için hayırlı olacağına işaret ediyor; çünkü ne kötülükler ne de iyilikler daimî olamaz. Kötülük uzun sürdüğüne göre de iyilik yakın demektir.”
Bu cümleyi İspanya kralının o dönem politikasına karşı yaptığın siyasi bir hiciv olduğunu çok sonraları anladı okur. Don Quijote’yi gerçekle bağı koptuğu için komik durumlara düşen, yel değirmenlerine karşı savaşan zavallı ve gülünç bir şövalyeden ibaret sandık uzun vakitler boyunca. Oysa şövalye romanları okudukça aklını yitiren bir karakter değil umudu temsil eden, hayallere ve iyiliğe sımsıkı tutunan bir kahramandı. Yanlış anlaşıldın, belki yüzyıllarca…
Anlamak ise her zaman geri dönüşlüdür. Biri gelir bir çağ açar, devrim yapar ama biz ileri tarihte ondan daha çok şey biliriz. Belki de o yüzden önceki yüzyıllardan daha çok şey görüyoruz senin şövalyende.
Sana bu mektubu “iyi ki varsın Cervantes” demek için yazıyorum. İyi ki varsın, biz de romanı senin taşıyıcı kolonların üzerine inşa etmeye devam ediyoruz. Kahramanın yolculuğu nedir, mekân nasıl kurulur, zaman nasıl işler, yazar kendini kurmacaya nasıl katar, hiciv nedir, anlatıcı kimdir ve nasıl seçilir, çatışmalar yol boyunca nasıl döşenir, kahraman soyut bir olguyu nasıl temsil eder, bunların tümünü ve daha fazlasını senden öğrendik. Seni İspanyol Edebiyatı etiketi altında anmak da haksızlık olacaktır diye düşünüyorum. Sen batısın, sen edebiyatsın, sen kurmacasın, sen modernitesin ve her şeyden önemlisi sen Goethe’nin ilk kez kullandığı kavramla “Weltliteratür” yani Dünya Edebiyatı’sın. Edebiyat birbiri üzerine yazılan metinler üzerine inşa edilir, onu ulus edebiyatına indirgemek eksik ve güdük bırakacaktır. İşte o yüzden sevgili Cervantes Avrupa’nın üzerinde dolaşan hayalet misali ruhun dolaşıyor hâlâ edebiyatçıların üzerinde, kalbinde, kaleminde.
Anlamak ise her zaman geri dönüşlüdür. Biri gelir bir çağ açar, devrim yapar ama biz ileri tarihte ondan daha çok şey biliriz. Belki de o yüzden önceki yüzyıllardan daha çok şey görüyoruz senin şövalyende.
Mektubumu bitirmeden… Bizi soracak olursan sevgili Cervantes, kalem elimizde çabalıyoruz, batıdan aldığımız kurmacayı doğudan duyduğumuz hikâyelere katıyor, umutla yazıyor, yazıyor, yazıyoruz. Laf aramızda “hiciv” yine pek popüler oldu, sanki dünyanın sonu gelmiş gibi apokalip veya distopik metinler yazıp günümüzü eleştiriyoruz, hatta bunları sinema perdesine taşıyoruz. Sinema nedir diye sorma, bu mektup uzar gider, bir diğer mektupta da onu anlatırım, olur mu?
2023 senesinden sevgiler…
İrem