Bodrum Katı

Defne Demirer

Tren garının merdivenlerinden çıkarken birden durdum. Birini sırtıma birini de sağ omzuma taktığım iki sırt çantasını yere gelişigüzel fırlattım ve iki elimi belime koyup bir nefes almak için duraksadım. Etraf tam bir keşmekeşti. Bavullarını arkalarından sürükleyerek koşan saçları dağınık gençlerin yüzündeki özgürlük ve telaş; eşofmanları, güneş gözlükleri ve pahalı spor ayakkabılarıyla sıradan görünmeye çalışan ama aslında şehrin en zengin sakinlerinin sanki tren onları bekliyormuş gibi rahat tavırları; şair şapkalı yaşlı bir adamın kamburu çıkmış eşinin omzundaki kemikli eli; şehir merkezinden yaşadıkları kasabaya dönen işçi göçmenler ve devasa parmaklarının ucundaki sertleşmiş tırnaklarına sıkışmış kirler; garın en karanlık ve ücra köşesine sinmiş evsiz adamın üstüne çektiği tiftik tiftik yün battaniye; külüstür ve gıcırdayan bir bebek arabasını merdivenden yukarı taşıyan altın hızmalı karı ve altın dişli koca… Başımı biraz daha sola çevirdim ve trenlerden çıkan duman ilgimi çekti. Kafam bir süre karıştıktan sonra bakışlarımla saati aradım. Herkes büyük bir kaygıyla bir şeylerden kaçıyormuşçasına bir yerlere yetişmeye çalışırken lokomotifler ağır ağır harekete geçiyordu. Bense hangi şehre gitmek istediğimi henüz çözebilmiş değildim. 

Pardösümün eteklerindeki tuzlukları ne ara oraya tutuşturduğumu hatırlayamadım. Etekleri belime topladım yavaş yavaş. Beyaz çorapların, dantelli pembe külotum ve çarpık bacaklarım gün gibi ortaya çıktı. Yavaşça merdivenin köşesine çömeldim. Gözümdeki mavi farı ve dudaklarımdaki kırmızı ruju neden silmediğimi, sabah duş alırken kullandığım plastik boneyi kafamdan hâlâ neden çıkarmadığımı, bonenin altındaki bigudilerin neden çok sıcak bir havada eriyecek kadar dandik olduğunu anlayamadım bir an. Çok derin bir uykudan uyandığınız sabahlarda şu ana kadar yaşadıklarınızın zihninize henüz ulaşmadığı o bomboş ve hala hayal aleminde kalmış durumdaydım hep zaten. Derken bacaklarımda bir sıcaklık hissetmeye başladım. Merdivenin kenarından aşağı doğru yavaş yavaş damlayan açık sarı yolu takip ederken insanlar koşarak etrafımdan dolaşıp ben yokmuşum gibi merdivenlerden çıkıyorlardı. Bir yandan kimse beni görüyor mu diye kafamı sürekli sağa sola çevirirken bir yandan da yaşadığım rahatlamanın eşsiz keyfini çıkarmaya başladım. Boynumdaki gerginliğin yerini sıcacık bir his alırken bacaklarımın, karnımın, kollarımın gevşemesinin keyfini çıkarmaya odaklandım.

Kadın koca eline benim tırnaklarımı kesmeye yetecek kadar minicik bir tırnak makası almış, bezgin bir ifadeyle tırnak makasını elinde sallıyordu. Yüzünde “Yine mi çocuğum?” der gibi bir ifadeyle, elimi kaptığında içimi ani bir korku ve panik kapladı. Gözlerimi kapadım, yüzümü buruşturdum ve canımın acıyacağını bile bile kendimi teslim olmaya hazırladım.

Tam işimi bitirmek üzereydim ki gözüm o koca saati buldu ve orada takılıp kaldı. Geceleri rüyama giren, akrep ve yelkovanının yuvalarından çıkıp gözlerime birer ok gibi fırladığı, kasnağının boynumun etrafına defalarca dolanıp beni defalarca boğduğu o saçma sapan saat. Ne geliyordu ve ne arkada kalıyordu? Salak saat, tik taklarına insanların yüzlerine defalarca tükürülen balgamların, odalarında tek başına saatlerce ağlayan kadınların, yıllarca yasta kalan insanların sessizliklerinin eşlik ettiğinin farkında bile değildi. Küçükken de yerleri ilk önce silip sonra gri paspal eşofmanımı indirip işediğimi, sonra da üzerinde dalmaçyalar olan bezimle tekrar yerleri temizlediğimi hatırlayabiliyor muydu acaba? Sadece duvarda kabak gibi asılı dururken, gelip giden trenlere bile sözü geçmezken ruhsuz ruhsuz patronluk taslıyordu hepimize. Sahi o bezime ne olmuştu benim? Pencereyi açıp mutfak masasını sildikten sonra arasında kalan kırıntıları silkelemeye çalışırken elimden kaçıp uçmuştu sanırım. O zaman içten içe âşık olduğum arkadaşımın bisikletiyle sokağa çıktığını gördüğümde dikkatim dağılmış olmalı. 

Umut’un uzun burnunu ve kırık mavi çerçeveli gözlüğünü hatırlıyor mu tik taklar? Ya da gözlüğünün camlarının iki gözünü de iki farklı büyüteçle bana bakıyormuş gibi gösterdiğini? Kimsenin gitmediği, sarı duvarları yosun tutmuş basketbol sahasını ve kısa ve tombul kollarımla sektirdiğim topunun düzensiz sekiş seslerini? Ya da apartmanın bodrumundaki boş katı? Gözlerime iyi gelir diye yediğim zeytinyağlı ve limonlu havuç salatalarını ya da ayak tırnaklarımı keserken ne kadar zorlandığımı? Umut dışarıda gerçek bir bisiklete binerken benim evde plastik kırmızı üç tekerlekli kamyonetime binip dedemle pizzacılık oynadığımı? İlk gerçek bir bisiklete binişimde düşüp kırdığım köprücük kemiğimi ve Umut’un etrafımda bisikletiyle uçarcasına çizdiği daireleri? Saat hatırlıyor mu hiçbirini bunların? 

Bütün bunları düşünürken sanki biri beni dürttü ve geri döndüm. Bakışlarımı saatten uzaklaştırıp çantalarımı kontrol etmek için merdivenlerin başına baktığımdaysa başımdan aşağı kaynar sular boşaldı. Bir çantam altın dişli kocanın sırtındaydı. Adam bir eliyle puseti tutup merdivenlerin arka tarafından aşağı doğru aceleyle hareket ediyordu. Hemen külotumu çektim ve pardösümün eteklerini indirdim. Çabucak saçlarımı düzelttim, gözlerimin altından akan mavi farı ellerimle siler silmez depar atmaya başladım. Merdivenleri üçer üçer çıkıp çantaları en son bıraktığım yere geldim ve aşağı doğru bakınca diğer tarafa doğru inen çifti gördüm. Altın hızmalı kadın da aşağıda, bir eliyle puseti tutmuş kaldırırken diğer eliyle de çantalarımdan diğerini sürüklüyordu. Ciddi bir görev bilinciyle ilerleyen çifte nefesimi toparlamak için durduğum yerden bakakaldım. Adamın büyük ve yağlı sırtı pusetin ve çantamın ağırlığını dengelemek için sağa sola ağır ağır sallanıp duruyordu, kadınınsa sol ayağının kısalığını dengelemek için ayağının altına siyah ince bir kemerle tutturduğu kalın siyah platformun ağırlığı topallamasına sebep oluyordu. Buna rağmen trenlerin buharı omuzlarından ve kafalarından süzülerek geçerken uçarcasına ilerliyor gibi bir halleri vardı. Merdivenlerin kalan basamaklarını o kadar hızlı indiler ki ben ne olduğunu anlayamadan perondaki kalabalığın ve buharın içinde kayboldular. 

Bense arkalarından koşarak gitmeye çalışırken kendimi ağaçlarla çevrili bir sahilin ortasında bağdaş kurmuş oturan kocaman çıplak yaşlı bir kadının kucağında buldum. Uzun siyah saçları, eklem eklem bükülmüş damarlı elleri, kocaman kanca gibi bir burnu ve esmer mi esmer bir suratı vardı kadının. Göz kapakları da o kadar düşmüştü ki artık bana baktığını sadece tahmin edebiliyordum. Memelerinin arasında annemin kucağında gibi huzurlu hissederken yukarı, tren garındaki saate bakar gibi ben de diktim gözlerimi kadının dişsiz büzüşmüş ağzına. Kadın koca eline benim tırnaklarımı kesmeye yetecek kadar minicik bir tırnak makası almış, bezgin bir ifadeyle tırnak makasını elinde sallıyordu. Yüzünde “Yine mi çocuğum?” der gibi bir ifadeyle, elimi kaptığında içimi ani bir korku ve panik kapladı. Gözlerimi kapadım, yüzümü buruşturdum ve canımın acıyacağını bile bile kendimi teslim olmaya hazırladım. Biraz önce tamamen unuttuğum, çantalarımın nerede olduğu ya da arkalarından koşmam gereken çiftin nereye gittiği gibi endişelerimin hepsi o anda toplandı. 

Fakat ne beklediğim acıyı ne de korktuğum tırnak kırılma seslerini duydum. Yaşlı kadının ustalıkla kullandığı ellerinin hafifliğini ve iki hamlede işini bitirdiğini hissedebildim sadece. Gözlerimi açtığımdaysa yukarı doğru kıvrılmış, sanki saatlerce manikür yapılmış gibi şekil almış tırnaklarım pırıl pırıl parlıyordu. Gördüğüm ellerin benim olduğuna inanmakta bile güçlük çekerek tırnaklarımı inceledim bir süre. Narin, incecik, küçücük, gökyüzünü işaret eden inci taneleri. Annesinin karnından yeni doğmuş çok güzel bir bebeğinki gibi. Kadın bu sefer kendi ellerini incelemeye başlayıp, “Tırnaklarını kemiklerinin akışına göre kesemiyorsun hâlâ,” deyiverdi ve devam etti, “Ama çok kolay, sana yardımcı olurum merak etme”. Bunun üzerine tren garındaki saate bakarken buldum kendimi. 

Etrafımda binlerce insan kaçarcasına tren kovalarken ben sağlam duran pencerelere, pencerelerden bakan çocuklara ve boş bodrum katının ortasındaki göçüğe bakakalmıştım. Pizzacılık oynuyordum ve fırından buharlı buharlı çıkması gereken sucuklu pizza hala gelmemişti.

Peki Umut şimdi neredeydi? Hangi garda? Gözlüğünün çerçevesi kırmızı mıydı, turuncu mu, yoksa o günkü gibi mavi mi? Bisikletiyle pizza servisi yapıyor muydu hâlâ? Onu en son gördüğüm günkü kadar mahcup muydu bakışları? Yine uçarcasına daireler çiziyor muydu bisikletiyle? Yeniden pardösümün eteklerini belime topladım. Yeniden kuru pullu bacaklarım ortaya çıktı. Bu sefer merdivenleri daha hızlı inecektim ve kendimi aşağıdaki buhar altındaki insan kalabalığının içine fırlatacaktım. Pembe külotumu yukarı doğru çekiştirip popomun arasına kaçan sol tarafını düzelttim. Ellerimi gelişigüzel bir şekilde bonemin üzerinde gezdirerek altındaki bigudilerin hepsinin yerinde olduğundan emin oldum. Dudaklarımı büzdüm ve rujumun eşit dağılmasını umdum dudaklarımda. Son kalan gücümle merdivenlerden yukarı fırladım. 

Yukarı çıktığımda gözlerimi kırpıştırıp kıstım ve çok ama çok uzakta parlayan bir altın hızma gözüme takıldı en sonunda. Buharlar bodrum katının yerindeki beton parçalarını andırıyordu. Saat bunu bilmiyordu ama. Altın hızmaya her baktığımda yıkıntıların arasında gördüğüm kırık mavi gözlük çerçevesini hatırlıyordum. Saat bunu da bilmiyordu. Çantalarımı alıp götüren altın hızmalı kadın ve altın dişli adam. Bebek pusetini birkaç adım gerilerinde bırakmışlardı. Çantalarım! Yeniden koşa koşa merdivenlerden inmeye başladım. Yalpalayarak, sekerek koşuyordum. Her adımıma özellikle dikkat ediyordum ki sürekli titreyip duran ayak bileklerim beni yarı yolda bırakmasın. Pardösümün eteğini tutarken yürümeyi yeni öğrenmeye başlamış bir çocuk gibi merdivenleri koşarak iniyordum. Gözlerimi hızla ilerleyen çift ve ellerinde tuttukları çantaların ve birkaç adım ötelerindeki bebek pusetinin üzerinden asla ama asla ayırmıyordum. Son iki basamağa geldiğimde kendimi zıplayarak ileri, buharların tam ortasına fırlattım. 

Bu sefer apartmanın kullanılmayan bodrum katında, elimde yüz lira ve burnumda sümüklerle öylece ayakta duruyordum. Saat bunu da bilmiyordu. Etrafımda binlerce insan kaçarcasına tren kovalarken ben sağlam duran pencerelere, pencerelerden bakan çocuklara ve boş bodrum katının ortasındaki göçüğe bakakalmıştım. Pizzacılık oynuyordum ve fırından buharlı buharlı çıkması gereken sucuklu pizza hala gelmemişti. Saat bunu da bilmiyordu tabi ki. Sümüklerimi kolumla silip ayaklarımı sürükleyerek kırık mavi gözlüğü elime aldım. Göçükten içeri sakin bir adım attım. Aşağı, ama çok da aşağı olmayan bir yere düştüm iki ayağımın üstüne. Bebek puseti oradaydı, yavaşça bebek pusetinin içine girdim. Kırık gözlüğü taktım. O sırada Umut pusetin etrafında bisikletiyle son hız daireler çiziyordu. 

Bodrum Katı
Okuyucu Derecelendirme0 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews