İnanma sen onlara, Simone!

Bir plazanın girişinde, şirket kartını elektronik kapıya okutan her insanın kendine sorabileceği basit bir soru ile başladı her şey. Hani, insan ağaçların rengini unutur da dünyaya gelme amacını sadece, müşterilerine teklif vermek zanneder ya zaman zaman hayatın hızında, yola ilk çıktığı an ile vardığı noktayı karşılaştırmaz. Çoğunlukla da her an sorabileceği bir soruyu, Instagram’da bir paylaşım süresi içinde cevaplamadan bir kenara bırakır. İşin aslı, bunun sebebi kendimize ait soruları cevaplayamadığımız gri bir dönemde yaşamamız. Herkes hakikatin peşinden gidecek kadar cesur değil. Cesaretimizin kırıldığının farkına varmadan, hayatın bize dayattığı cevaplarla yetinmek zorunda kalıyoruz.

Simone’un, Roma’da bulunan büyük bir iş merkezindeki randevusu sırasında lobide bekliyordum. Misafir kartımı alıp, bir kenarda toplantının bitmesini beklerken, öğle yemeğinden dönen yüzlerce insanın tek tek kart okutup binaya girdiği bir anda gördüm, ağacın unuttuğum yeşil rengini… Düzenli olarak “bip”leyen kartların sesiyle, aynı tip giyinmiş insanları izlerken basit bir soruyla başladım düşünmeye.

Genel kanı şu değil midir?

“Yeterli olgunluğa ulaşmış, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya muktedir olan her insan, kendi tercihleri ile hayatını şekillendirir.”

Eğer tercihlerimizi biz şekillendiriyorsak, nasıl bir hayatımız olacağına da biz karar veriyoruz demektir.

Peki, tercihlerimizi belirleyen şey nedir?

Gerçekten bütün tercihlerimiz, kendi kararımızın sonucu mudur?

Felsefecilerin yıllardır süregelen bir tartışmasına konu olan “Seçenekler arasından seçim yapmak, gerçek bir özgürlük müdür?” önermesi üzerinden gitmek değil niyetim.

Nasıl bir hayat yaşıyorum?

Çılgın… Maceraperest… Elit… Otantik… Doğal… Organik… Kendime seçtiğim hayatı, gerçekten kendim mi seçtim?

Hiç düşündünüz mü ya tercihlerimizi başka şeyler şekillendiriyorsa? O zaman başkalarının istediği hayatı mı yaşıyoruz? Seçtiğimiz eşi, uğruna nefessiz kaldığımız kariyeri, sosyal medyada paylaştığımız yemek yediğimiz restoranı, arkadaşlarımızla gittiğimiz tatili veya sahip olduğumuz hobileri başkası şekillendiriyorsa, biz kimiz?

Geceleri gördüğümüz rüyalar, gün içinde yaşadıklarımızın bilinçaltına yansımasıysa, başkalarının tercihlerinin hayalini kurmuş olmuyor muyuz?

Doğduğumuzdaki çırılçıplak, günahsız ve her şey olmaya hazır ruhumuzla, bugün bir metrobüsün dikiz aynasında gördüğümüz yansımadaki bizden memnun muyuz? Çocuk ruhumuz hâlâ aynı kişi mi? Eğer değilse, o zaman TV kanalı HBO’nun dizisi “Westworld”de anlatılan üçboyutlu yazıcılarla üretilen ve dijital bir parkın içine hapsedilmiş bir insansıdan, yani yapay bir insandan, farkımız ne?

Bu tercih bizim tercihimiz diyelim. Ama o zaman, çok mutlu bir hayatınızın olması gerekmez mi? Neredeyse herkes, “panik atak” hastası… Eskilerin evham diye tabir ettiği basit bir gerginlik hali, sanki uzaylı istilası sonrası bir anda ortaya çıkmış gibi, sıkışmış her insanın kaçamağı olan ağır bir hastalık haline geldi… “Yaşadığım baskıdan korkuyorum, kendimi yalnız ve çaresiz hissediyorum” demenin, ya da karşı tarafa bu mesajı iletmenin en kolay hali oldu “Bende panik atak var” demek…

Reflü hastalığı da benzer bir sonucun ürünü değil mi? Her şeyi söyleyebilecek iletişim kanalı olan insanoğlunun bastırdığı hakikatler, midesindeki asit olarak ağzından acıyla fışkırıyor.

İşin özü mutlu değiliz. Bu mutsuzluğumuz için, neredeyse her sokak başında farklı yöntemler öneren ve farklı isimler altında açılan merkezler var. Hepsinin ortak vaadi, kişinin mutluluğu yakalaması. İş o kadar çığırından çıkmış ki, yirmi beş yaşında mor saçlı bir kızcağız, aldığı altı haftalık bir kurs sonrasında bize “yaşamın ve mutluluğun anlamını” öğretmeyi hedefleyebiliyor.

O kadar kötü durumdayız ki, yüz binlerce insan kendi çaresizliği ile yaşamayı, bu şekilde öğrenebileceğine inanıyor.

Doksanlı yılların sonunda kişisel gelişim merkezleri moda olmuştu. “Her şeyi yapabilirsin!” “İstersen başarabilirsin!” “Güçlüsün sen, takma kafana!” gibi önermeleri vardı. Günümüzde ise bireyin mutluluk yollarını gösteren ve insanın özünü, ruhunu ve kendini bulmasını sağlayan kurslar ve merkezler önemli hale geldi.

Astroloji, metafizik ve manevi arayışlar tarihin hiçbir yüzyılında, hem de bilimin ve teknolojinin geldiği bu son noktaya rağmen, yüzyılımızda olduğu kadar önemli olmadı.

Ne büyük çelişki ki, mutlu olmaya ihtiyacımız var. Bu ihtiyacın karşılanması aşamasında, kendimizi inandırdığımız büyük bir sarmal ile karşı karşıya kalıyoruz:

İç huzurumuzu sağlayacak bilgileri, safsata da olsa, mutlu olmak adına daha hızlı kabul ediyoruz. Kabul ettikçe, bu safsatanın dolanımı sonuçları itibariyle en iyi seçenek olmaya başlıyor. Bilimsel veri ve hakikat bir güvensizlik, bir zorluk, bir mücadele gereği yaratıyorsa bir anda kimsenin inanmadığı, dinlemediği bir gerçeklik halini alıyor. İşte bu çok önemli bir kapının da açılmasına olanak sağlıyor; Bu tip insanların yaşadığı dünyada bu zaafı biliyorsanız, komplo teorileri ile yıkılmaz bir illüzyon yaratmanız kolaylaşıyor. Bu yolla, çoğu can yakıcı, yıkıcı konunun üstünün örtülmesi ve en önemlisi çaresiz, korkan ve sadece mutlu olmaya çalışan insanların kontrol altında tutulması daha da mümkün kılınıyor. Komplo teorileri, görünmez kılınmak istenen konuların yerine kullanılan bir afyon. Mutsuz insanların dünyasına hoş geldiniz!

Her şey gerçeğin ötesine taşındı. 2016 yılında Oxford Sözlüğü’ne “yılın kelimesi” olarak giren “post-truth” (gerçek ötesi) kavramı “nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” demek. Bunu özellikle Brexit referandumunda “Türkiye’nin AB’ye girmesi halinde, İngiltere’ye oluk oluk göçmen akacağı” söyleminde hissetmiştik. Ya da Donald Trump’ın, ABD seçimlerinde “Aslında küresel ısınma diye bir şey yok, bunlar Çin’in uydurması” tespitinde şaşırarak anlamaya çalışmıştık.

2008 krizinden sonra, hâlâ kör topal giden dünya ekonomisi sonucunda, uluslar kendi içlerine odaklanıyorlar. Toplumlar, kaybolan işlerden ve azalan refahtan göçmenleri veya bağlı oldukları birliklerin merkezi politikalarını sorumlu tutuyorlar. Umut kaybolunca, kin artıyor. Toplumlar yeni düşmanlar yaratıyor. Yeni düşmanlar da komplo teorilerinin ana konusu haline geliyorlar.

Sanayi öncesi toplumlarda, bilinmeyen çok şey vardı. İnsanlar, doğal gelişmeleri okurken, anlamlandıramadıkları çoğu şey için kendi basit analiz yeteneklerini kullanıyorlardı. Gök gürültüsünü öfkelenen bir tanrı, yağmuru dualarının kabulü olarak görüyorlardı. Bilmedikleri şeylerin fazlalığı onları çaresiz bir hale sokuyordu. Kaynakları doğal haliyle kullanıyorlardı. Sanayi toplumunda ise bilgi kutsandı. Bilinmeyen hiçbir şey doğru değildi. İnsanların makineleşmeye başlaması ile birlikte, bilim kapitalizmin emrine verilmişti. Bu sefer de inançlar yorumlandı. Kaynaklar, bir üretim sürecinden geçtikten sonra ortaya çıkan “mamul” olarak kullanılmaya başlandı. Sanayi sonrası toplum ise, sanayi öncesi toplumla benzerlikler gösteriyor. Tek farkı; bilinen şeyin fazlalığı onları çaresiz hale sokuyor. O kadar çok bilgi var ki, hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilemediğinden, her şeye inanabiliyor.

Kaynakların sadece mamul olması yetmiyor, bir statü ve bir anlam da katması gerekiyor. Şişede satılan soda değil, kış aylarında C vitamini ile güçlendiren soda bir ürün olarak karşımıza çıkıyor. Yeni eklenen her özellik, fiyat rekabetinden bu ürünü uzaklaştırıyor. Selülit neredeyse her kadının derdi iken, sanayi sonrası toplum insanı, aldığı kremle bunu çözebileceğine inanıyor. Dünyada obezite gerçeği kabul görmüş bir hastalık haline dönüşmüşken, kapitalizm ve reklam dünyası “diyet ürünler”, “fit olma”, “sağlıklı olma”yı rol model olarak pazarlıyor. Her iki durum da aynı anda yaşanıyor. Çaresizliğin içinde, her şeye inanan insanı kandırmak daha kolay hale geliyor. Başkalaşan insan, daha pahalı şeyleri almak için, farklı bilgi merkezlerinden gelen bilgiyi kontrol etmeden, hurafe derecesinde her şeye inanıyor; daha fazla çalışarak bu hurafenin hayatının bir gerçeği olmasına izin veriyor.

Hiçbir şey yapmadan düşünmek güzel. Hayatın hızında atladığımız bir duygu. Bir saati geçti. Boşluğa bakıp düşünmekten başka bir şey yapmıyorum. Kahve ve kruvasan kokusu eşliğinde oradan oraya koşan insanlara rağmen beklemek belki de zamanın ruhuna aykırı. Bu seferlik, benim beklemem son buldu, tüm ihtişamı ve güzelliği ile Simone’un toplantısı bitmiş. Asansörün kapısında göründü. Bir insana, kareli gri bir ceket bu kadar mı yakışır? Şimdi bu düşündüklerimi ona anlatma zamanı.

Söze nereden başlayacağım belli:

“İnanma sen onlara, Simone”

İnanma sen onlara, Simone!
Okuyucu Derecelendirme0 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews