Büyük Kayanın Üstünde

Buğra Çilsal

“Peki, sen kaç yaşındasın?” diye sormuştu annesine, ilk defa ona yöneltilen bir soruyu geri çevirerek yedi yıllık ömründe.

Şimdi kendisi bu sorunun yöneltildiği annesiyle aynı yaştaydı. Başarıyla icra edilmiş bir senfoninin ardından su kenarında yüzünde yılışık bir güneşle yürüyordu. Başarı elde ettiği bir anda annesini düşündüğü için mi yoksa hava kıştan beklenilenden güzel ve güneşli olduğu için mi bilinmez karne almış gibi hissediyordu. Bir ortaokul akşamüstü takdirle evine giderken aynı aylak hissi duymuştu güneş altında. Evlerini az daha karıştırıyordu, gün içinde taşınmışlardı. Yeni evlerine girdiğınde annesini arkadaşıyla kahve içerken bulmuştu.

“Opera ve Bale” dedi, baristaya kısa bir bakış atıp indirim uygulamasını bekleyerek. Bu sırada bir ayağı diğerinin ortasında ve ona dik duruyordu. Her konser çıkışı bu kafede yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan oolong çayı içmeyi adet haline getirmişti. 

Dolunayda bembeyaz kumun içinden bitiveren palmiye ağaçlarının gölgesi deniz karışıyordu. Denize girdiğimde ay ışığı altındaki durgun suda kuma değen ayaklarımı görebiliyordum. Korkarak yarasaların tepemde uçuştuğunu gördüm ama suya daldım, sığındım. İşte o an uzay boşluğunda gezen bir taşın üzerinde basit bir hayvandım evrende.

Nazmi, onu kasada yakaladığında halen çayı demini almamıştı. Birbirlerine sarıldıkları bu anla bir önceki an arasında yedi yıldan fazla süre vardı. Nazmi’yi son gördüğünde yazardı. Hiçliğe dair hiç yazmadığı ya da çoktan kaybolmuş bir kitabı vardı. Sonraysa yalnızca öğretmenliği meslek edinmişti. Bir de kendi kendine kurmaya çalıştığı bir serayla geçiriyordu zamanını. Güneyde yaşıyordu.

Yıllar sonra bir araya gelenlerin klişe diyaloğu “bunca yıl nerelerdeydin? “asıl sen nerelerdeydin?” bittikten sonra Nazmi, elinde telefonu günlük bir sohbet içerisindeymiş gibi serasından resimler gösteriyordu.

“Bu ağaçlar kağıt yapımında kullanılıyor. Avusturalya’dan getirttim tohumunu.”

Ağacın gövdesi halihazırda öyle katmanlı öyle mutazam soyulmuştu ki kağıt diye elinize alıp yazabilirdiniz.

“Nazmi” dedi “hiç farklı bir kıtada yaşamayı düşündün mü?”

“Düşünüyordum.”

“Neden şimdi değil?”

“Aslında şimdi de düşünüyorum sayılabilir, sadece konfora daha çok alıştım sanırım, maddi ve sosyal anlamda yapabileceklerimi bilmenin konforuna.”

“Konfor çoğu zaman kaliteden bağımsızdır. Senin hayatın kalite içeriyor mu?”

“Yalnız bazı anlarda.”

“Ne gibi anlar?”

“Büyük bir kayanın üstünde sıradan bir canlı, bir hayvan, olduğumu hatırladığım anlarda.”

“Büyük kaya derken dünyayı mı kastediyorsun?” bir kahkaha patlatmıştı, “bazen yazar olduğunu unutuyorum.”

Evet. Tarlayı da biz yakmıştık, futbol oynamak için. İtfaiye söndürdükten hemen sonra bir kova kireç alıp oyun alanının çizgilerini çekmiştik. Ah, şimdi orada futbol oynamayı ne isterdim, gerekirse kaleye bile geçerdim.

“Evet” dedi Nazmi küçük bir tebessüm ve parlayan ela gözleriyle. “Mesela geçenlerde lüks bir otelde yemeğe gitmiştik arkadaşlarla. Nevzat diye bir arkadaşımın müdürlüğüne getirildiği uluslararası bir otel. Onbirdi. Çıktım, taksiden beni bir halk plajına götürmesini istedim. Fotoğraflarda güzel çıktığı için giydiğim açık mavi gömleğimi çıkardım. Şık görünümlü pantolonumun altında mayo vardı. Karanlık ve boş olması gereken plajı aydan ışık alıyordu, ve tek tük içenler, müzik dinleyenler vardı. Dolunayda bembeyaz kumun içinden bitiveren palmiye ağaçlarının gölgesi deniz karışıyordu. Denize girdiğimde ay ışığı altındaki durgun suda kuma değen ayaklarımı görebiliyordum. Korkarak yarasaların tepemde uçuştuğunu gördüm ama suya daldım, sığındım. İşte o an uzay boşluğunda gezen bir taşın üzerinde basit bir hayvandım evrende. Şehrin kompleks ilişkileri ve sofistike zevkleri yoktu, ben vardım, bir sürüngen ya da köpek kadar.”

Nazmi yıllar sonra girdiği bu sohbetten bir anda rahatsızlık duymuştu. Oturduğu kahverengi deri koltuğuna yayıldı, kafenin yüksek tavanına gözünü dikti, gördüğü yan yana beton kare bloklar içini sıktı, her yerin aynı brutal estetik içinde hapsolduğunu düşünüyordu. Yanındaki yüksek pencereden uzaktaki rengarenk ışıklarıyla gökdelenler gözüküyordu, bu Los Angelesvari görsel de eskisine göre çok yaygınlaşmıştı.

“Geçenlerde yazlığımızı gidip kiraya verdim Nazmi, artık yol üstünde kaldığı için epey bir para ediyor. Senin de payını alman için hesap numaranı isteyecektim”, hikayesinin ona yük olduğunu hissettiği için konuyu değiştirmek istemişti.

“Çok iyi yapmışsın, veririm. Yazlığın yakınındaki tarlayı hatırlıyor musun?”

“Elbette, yanan tarla, yandığında hepimiz çok korkup eve doluşmuştuk. Gerçi sen dışarıdaydın. Neyse ki itfaiye gelip hemen söndürmüştü. İtfaiyeyi sen ve arkadaşların aramıştınız değil mi?”

“Evet. Tarlayı da biz yakmıştık, futbol oynamak için. İtfaiye söndürdükten hemen sonra bir kova kireç alıp oyun alanının çizgilerini çekmiştik. Ah, şimdi orada futbol oynamayı ne isterdim, gerekirse kaleye bile geçerdim. Hepimiz eli yüzü düzgün denilen insanlardan olduk; Yunus doktor, Ali tüccar, Vedat mühendis.”

“Bunu hiç söylememiştin. Futbol oynamak için çıkarken yanmış tarlaya gidiyordunuz demek. Hiç korkmadınız mı yakarken? Ya da ne biliyim, hayvanlara bitkilere falan üzülmediniz mi?”

“Bence ateşi hiç değilse adil savaş olarak görmüşlerdir. Ağaçlar, yılanlar, fareler, böcekler binlerce yılda bir yangından sonra nasıl yeniden doğacaklarını öğrendiler. Bilmedikleri beton ve dozerlerle nasıl mücadele etmeleri gerektiği. Şimdi o tarlanın yerinde bir sürü bina yükseliyor.”

“Bizimkiler senin yaktığını duysa ne kızarlardı.”

“Artık bize kızacak pek biri de kalmadı değil mi abla?”

“Kendimiz hariç.”

“Biz yaşlanıyoruz ama dünya hep genç kalıyor. İnanılmaz değil mi!”

“Mucizevi.”

Birbirlerine sarıldılar yıllar sonra, büyük kayanın üstünde.

Orinoko gezegende başlayan ve biten bunca yaşamın ardından dünyanın sarp duruşuna çok şaşırmıştı. Bu gezegenin toprağı ve suyunun umarsızlığı onu dahi insanvari bir ölümlü hissine sürüklüyordu.

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews