Günlerden bir gün bir meczup bir dükkan sahibinin verdiği bir somun ekmek ile yolda yürümeye başlar. Bir bahçenin önünden geçerken bir kızı görür. Kız ona gülümser. O gülümsemenin etkisi ile, elinde sıkıcı tuttuğu ekmek elinden kayar ve düşer. Kalbine de sonsuz bir aşk düşer. Ona oracıkta aşık olur. Artık yüreği, umutsuz bir aşk ile yanıp kavrulmaya başlar. O bahçenin kapısının önünde günlerini, aylarını geçirmeye başlar. Tek istediği sevdiği kızı bir kerecik daha görebilmektir.
Kızın yakınları bir araya gelir ve bu adamı öldürmeye karar verirler. Bunu duyan kız, adama acır ve yanına varır. “Bak, böyle yapmaya devam edersen seni öldürecekler, kaç kurtar kendini.” Adam “Nereye kaçayım?” Aşktan kaçış mı var ki? Madem bana acımayacaktın, o gün neden gülümsedin” der.
Kız ona bakıp “Sana gülümsemem, bir intikam duygusu uyandırmıyorsa bile bir hatırlama ile kötü yansımalar yapar. Onu bile affeyle. Aklına her geldiğinde bir gülümseme ile arkanda bırak ‘unutma sandığına’ gönder. Aşk bile olsa, seni engelleyen her şey surettendir, aslından değil. Senin özün suretle oyalanmayacak kadar yücedir. Sadece görür, deneyimler ve geçer yenilere doğru. Geride bıraktığın her hatırlayış seni ileri gitmekten alıkoyan bir engelindir. Bunu aşmak da asli görevin.” der ve yanından hızla uzaklaşır.” ( Yeşiltaş, Kevser,” Feriduddin Atar- Kuşların Dili İstek Vadisinden Bir Hikaye”)
Şuur getirdiğimiz her şey ağırlığını yitiriyor sanırım. İçsel bir merakta ve keşifte olduğum sürece özgür hissediyorum. Evet keşif… Keşif çünkü keşifte ‘yeni’ olan var. Ve beni hazdan özgürleştirme gücü.
Sabah kahvem, sevişmelerim, sigaralarım, bir anda yola çıkma isteğim, dostlarımla telefonda konuşmak, trüf mantarı kokusu… hepsinden aldığım zevk için elzem olan başka şeyleri erteleyip, günümü bunlara göre düzenlemek artık ilkel geldiği için bir dönem gerçekten çok sıkılmıştım.
Herkesin var olduğunu hissedebilmesi için kendine kurduğu başa çıkma mekanizması bambaşka. Bazıları sabah kalkar kalkmaz yogalarını yaparlarken, öbürleri güne kahve ve sigarayla başlamayı tercih edebiliyorlar. Seçimlerimiz ne olursa olsun bunun yaşama olan bağlanma isteğinden, aslında bir çeşit sevgi dilinden çapa aldığını hatırlamak bana bugün iyi geldi. Sadece, bu bağlanma pusula bozulduğunda kendini sürekli bir haz arayışı ya da bağımlılığa dönüştürebiliyor. Ve bunu zaman zaman yaşıyorum.
Krishnamurti, zevkin acıyı, hayal kırıklığını, kederi, korkuyu ve korkudan doğan şiddeti beraberinde getirdiğinden bahseder. Yine kutupların kaçınılmaz yasası ile karşı karşıyayız! Kutbun bir tarafı beraberinde ötekini getirmek zorunda. Anlık olarak istediğim bir şeyin etrafında düşüncelerimle kendime bir zevk algısı oluşturuyorum. bir sonraki düşünce dalgası bu zevk algısını canlı tutuyor ve hafıza da devreye girdiğinde ben o şeye “sahip olma/kavuşma” arzusu ile yanıp tutuşmaya başlıyorum. Ve der ki “Düşünce hiçbir zaman yeni değildir, çünkü düşünce hafızanın, deneyimlerin ve bilginin verdiği tepkidir.” Daima eski olandan zevk alırsınız, yeni olandan değil. Yeni olanda zaman diye bir şey yoktur.” Kısaca yenide duyulan sevinçtir diyor ve anda oluşan bir hâldir. “Yeni” yenidedir ve tanıdık değildir dolayısı ile içinde düşünce barındıramaz.
Her an aradığımız hazzı bir anda tepetaklak eden onu yineleme isteğimiz ya da onu sürekli kılma arzumuzdur. Bunu yapamadığımızda bir dizi negatif duygu çıkla gelir. Ve biz de tüm bu inişlerin ve çıkışların kölesi oluruz.
Tat alma ve koku bizim en arkaik duyularımızdır. Ve beynimizin en primitif bölgelerini harekete geçirirler. Bu sebeple gerçekten ortaya bir şuur konulması gerektiğine inanıyorum. Ondan sonra yine trüflü spagettiye yönelmemde bir sakınca bence yok. Ama şu an, yani şimdi; “en ilkel dürtülerimin etkisi altındayım ama yine de bunu yiyeceğim” diyebilmek bizi o tabakla bambaşka bir yerden ilişkilendirebilir. Ya da bir sonrakinde “bu sefer galiba erteleyeceğim” diyebilecek olmanın güven zeminini oluşturabilir. Bir çok insanın vazgeçilmezi olan ‘kahvenin’ de aslında doğru kullanıldığı zaman ne büyük harikalar yaratabildiğini unutarak ya da bilmeyerek günlük haz arayışlarımızın arasında kaynatıyoruz. Kokusu aklımızı başımızdan alıyor, yudumladığımızda ise derin bir “oooh”çekiyoruz. Oysa ki kahve aslında gerçekten ihtiyacımız olduğu anda içildiğinde amacına hizmet eden inanılmaz bir “stimulant” halini alıyor. Yazarlar ve gazeteciler için birebir; düşünce konsantrasyonu ve mantıksal tutarlılık. Aslında dünyanın bize ne çok hediyesi var. Maddeyi bilmenin de burada önemli olduğunu düşünüyorum. Merak ve keşif bizim hazlarımızla olan bağımızı bambaşka bir yere taşıyacakmış gibi. Elimdeki telefon nedir? Nasıl çalışıyor? Bana ne yapıyor? Neden böyle hissettiriyor..
Buradaki anahtarın, bana haz veren maddeyi ya da oluşu tanımanın yanında kendini bilmek olduğuna inanıyorum. Çok sevdiğim bir yol gösterenim “Arzu ve İhtiyaçlar” olarak tanımlar bu durumu. Eğer ben ihtiyacımı farkında değilsem ve tanımlayamazsam ihtiyacım kendini arzu olarak ortaya koyar. “Sigara içmem lazım”ın altında belki ‘balkonda iki dakikayı kendime ayırmak istiyorum’ ihtiyacı olabilir ya da sevişme arzusunun altında sevilme, dokunulma, bağ kurma gibi bir ihtiyaç olabileceğini göz önünde bulundurarak, otomatik pilotta bir şeyler yapmak yerine, ihtiyacımı gözettiğim zaman oraya bir bilinç getirdiğim için seçim hakkım bambaşka bir yerden doğuyor.
Şuur getirdiğimiz her şey ağırlığını yitiriyor sanırım. İçsel bir merakta ve keşifte olduğum sürece özgür hissediyorum. Evet keşif… Keşif çünkü keşifte ‘yeni’ olan var. Ve beni hazdan özgürleştirme gücü. Çünkü doğduğumuz andan itibaren duyusal varlıklar olduğumuz için duyularımız duygularımızı, duygularımız da düşüncelerimizi oluşturmuştur. Bu sebeple hazlarımız ve arzularımızda özgür değiliz.
Lades oyunu vardır biliyor musunuz? Orada oynadığımız kişinin elinden bir şey alırken “aklımda” dememiz gerekir. Belki de haz veren eylem alanına geçmeden önce “aklımda” diyerek kendi kendimizle lades oynayabiliriz.
Bu ara sık sık karşıma çıkan ve kalbimi açan melodisiyle Bob Dylan’ın dediği gibi “Don’t think twice it’s alright” (iki kere düşünme, her şey yolunda)