Gizli Salon

Buğra Çilsal

Nedir arda kalan 

Ölümden

Bardaktaki bir dudak izinden daha canlı

Ya da çölde yapılan bir yolculuktan

Gece yakılan ateşten gayrı

Hatta türümüzden 

Kirletilmiş ya da yolu değiştirilmiş bir su hariç

Orinoko, kendine bu adı o takmıştı, türünün genel geçer yaşantısının ilerisine giderek gezegenin sahip oldukların peşine düşmek istedi. Önce, gezegende halen yaşamakta olan böcek kolonilerinin bir kısmı, sosyal organizasyondaki harikalıklarıyla nedeniyle, ilgisini çekti. Daha sonra avcı-av ilişkilerini anlamlandırmaya çalıştı. Büyük memelilerle ilgilendi. Su altındaki canlıları tanıdı. Kuşları izledi…

İnsanın dünyayı anlarken yaptığı gibi, insanı da dışarıdan anlamak için hikayeleştirilmesi gerekiyordu. Böylece dil yaşarken özünü açığa çıkarabilirdi ve hikayeler onu insan gibi düşünüp, nesnelerle ve birbirleriyle ilişkisini açıklayabilirdi.

Gezegene fayda dışında bir iz bırakmayaysa büyük bir nehrin kıyısında karşılaştığı bir papağandan sonra karar verdi. Bu papağan anlamlı sözcükler tekrarlıyordu ama bunlar kendi üretimi değildi. Etrafta gezen diğer papağanlar aynı anlamlı ses öbeklerini kullanmıyordu. Bu sayede şimdi yok olduğunu anladığı ve gezegenin iletişim çeşitliliğinde en ileri gitmiş türü olan insanların dilini öğrendi. İletişim kapasitelerinin nereye vardığını görmek için buzdağının görünen yüzünden fazlasını bulmak istiyordu. Bu tür, araç kullanımındaki başarısını dili de bir araca bağlayabilerek mükemmelleştirmişti. İnsanların yazıtları, dikili taşlarını, kalemlerini ve kitaplarının peşine düştü. Otuz yıl dünyayı bu uğurda gezdikten sonra -onun yaşamı için bu çok kısa bir süre teşkil ediyordu bir konuda kavrayışı oturdu. İnsanın dünyayı anlarken yaptığı gibi, insanı da dışarıdan anlamak için hikayeleştirilmesi gerekiyordu. Böylece dil yaşarken özünü açığa çıkarabilirdi ve hikayeler onu insan gibi düşünüp, nesnelerle ve birbirleriyle ilişkisini açıklayabilirdi.

“Neden o salondaydın?” diye sordu turist polisi.

Bu odada ne işim var, neden sorguya çekiliyorum…

Arkadaşım muhtemelen Torino’daki gar çıkışında beni bekliyordur. Nerede kaldığımı düşünürken gar kaldırımlarındaki evsizlere, göçmenlere bakıp biraz tiksinti, biraz -tiksinmekten- utanma ve biraz korku ile sabırsızlanmaya başlamıştır.

Polislerden biri öğrenilmiş bir hafiflikle yakamdan çekti, sorusu cevapsız kalamazdı.

“Roma’dan kalkacak trenime binmeden önce Termini etrafında birkaç saat geçirmeye karar vermiştim. Bu yüzden Palazzo Massimo’da geziyordum. Salonlarca heykel… Önce birkaç geniş salonda oyalandım. Büyük imparatorlara bakmayı her zaman sevmişimdir: işte şuradaki Marcus Aurelius, beriki Septimius Severus… Bir kat çıkıyordum, sonra bir kat daha, yüzler madenler ve resmedilen anlar bitmek bilmiyordu. Salonları birbirine bağlayan aralıklar mozaiklerle doluydu. ‘İşte ihtişamlı bir Roma villasının zeminini süsleyen hayvan figürleri. Dört yöne dört hayvan; boğa, fil, at ve aslan evin küçük meydanını süslüyorlar. Silik bir detayda Remus ve Remulus anne kurtlarını bulmadan önce sepetle nehre bırakılıyorlar…’

Salonlardan birinde girilmesin diye önüne şerit çekilmiş küçük bir oda vardı. Başımı eğip içeri göz attım. Kırmızı duvarlar, kişiyi halihazırda rüyada gibi hissettirecek duvar süsleri, burası bir yatak odasıydı. Yanında bir başka girilmez oda, yeşil ve mavi yoğunluklu bir paletten geçmiş denizi anımsatan duvar resimleriyle süslüydü. Başımı bu odalara daldırıp çıkarırken arkadan bir başkası gelir güdüsüyle gezmeye hızlı devam ettim. Yine önüne şerit çekilmiş bir salonu da bu esnada gördüm. İçerisindeki mermer büstler dışarıdan seçiliyordu. Gözümün ucuyla bakarken suratlardan birini tanıdım.

Hayır, bu İmparator bilmem kim ya da Roma Gymnasium’undan çıkma ideal genç erkek değildi. 

Bu, Tahir amcaydı.

İster istemez arkamda biri olup olmadığını kontrol ettim. Kimse yoktu. Şeridi aşar aşmaz karşımda bir kameranın beni izlemekte olduğunu fark ettim. Biraz çekindimse de eserlere zarar verecek değildim, korkacak bir şey olamazdı.

Tahir Amca’nın büstünde herhangi bir isim ya da kılavuz referans numarası yazmıyordu. Tarih plakası dahi yoktu ama ben biliyordum. 60lı yaşlarının başında M.S. 2000 yılında ölmüştü. Dedemin yakın arkadaşıydı. Onun gibi Kazancılar Çarşısı’nın yakınında dükkânı vardı. Ya tekstil imalatı işiyle uğraşırdı ya da bir çeşit kumaş veya iplik tüccarıydı. O da dedemin tüm yakın arkadaşları gibi çocukluğumu geçirdiğim bağda oturmalara gelirdi.

Dikkatle bakınca yanındakini de tanıdım: Osman Amca. İnatçı ifadesi aynen yüzündeydi. Parasını nereden kazanırdı bilmem ama az konuşurdu ve hep okeyde kaybeden tarafta olurdu. Zaten ancak o zamanlarda konuşmasını homurtu şeklinde duyardınız.

İşte yanındaki de Âdem Amca. Zenginliğini 80lerde edinmemişti ama Anap zengini gibi karşılanırdı. Heybetli bir Mercedes’i vardı. Varlığını anlatmak için evde hiç ışık söndürmediğini söylerlerdi. Bana herkes dinden katı görevleri öğretmeye çalışırken o zekât vermediğini, vergi ödemenin zaten toplumda aynı işlevi gördüğünü söylerdi. Pratikti. Gür bir bıyığı vardı ama şimdi mermerde olduğundan daha tel tel gözüküyordu.

Salondaki tüm büstlere bakma ihtiyacı duydum bir an. Evet, hepsi tanıdıktı, hepsi dedemin sohbet arkadaşlarıydı. Suratlarına bakmak dahi sabahın erken saatlerinde göl kıyısında sazak içinde uyanmak gibiydi. Keltlerin insan suretinin kutsiyetine inandığı gibi bu yüzlerin arasında gezinmek bir ritüeli andırıyordu. İşte bunlar o bağda gezinen çocukluk dininin kutsal emanetleri!

Büyüdükçe kulağıma sürekli onun mallarının satıldığı dedikoduları gelir olmuştu. Dükkanlar, arsalar, çiftlik evleri.. Heykelden anlaşılmıyordu, masmavi gözleri vardı.

Acaba Abdüllatif Amca neredeydi? En çok onun torunlarıyla oynardık. Hem sohbet arasında kılınan açık hava yatsı namazına imamlık eder hem de az tahsiline rağmen dünyayı takip ederdi. Kayseri’de o yıllarda felsefeden de hisse senedinden de bahseden ilk tanıdığım oydu. İş olarak küçük bir değer zinciri de kurmuştu; benzinliği, tırları ve tır şoförlerinin kaldığı yeme içmeli bir oteli vardı. Büyüdükçe kulağıma sürekli onun mallarının satıldığı dedikoduları gelir olmuştu. Dükkanlar, arsalar, çiftlik evleri.. Heykelden anlaşılmıyordu, masmavi gözleri vardı. Sert adamdı, o zamankilerin deyişiyle herif denilen cinsten. Torunlarıyla birebir ilgilenirdi. Onları o büyütmüş sayılırdı. Pragmatik değil sistematikti. Teşvik mekanizması işletirdi. Birlikte ava çıktığı torunlarına her yakaladıkları çekirge karşılığı para verirmiş, onlar da her av sabahı tam takım hazır olurmuş.

Torunlarınla birlikte yaşlanmak, onları büyütmek… Babaannemi düşünüyordum. Savaşsız ve uzun ömürlü bir çağda tüm torunlarından uzakta yaşıyordu.

İşte şuradaki de Seyit Amca. Amerikan Koleji’ni kazanmasına rağmen İstanbul’a gitmesine izin verilmemiş, ailenin en büyük çocuğu olarak aile varlığını teşkil eden tarlaların ve imalathanelerin yönetimine getirilmişti. Çocukları ve eşiyle değil her zaman tek başına yemek yerdi. Babası ve dedesi ile benzer yaşam akışına sahip biriydi. Belki de bu şekilde zaman içinde yerini kolay buluyordu.

Bu da kim? Gözüm ince ve uzun kaşları olan birine takılmıştı. Kim olduğunu çıkaramadım. Belki de çocukluk o kadar berrak bir su değildir. Kendi tarihimizi yazarken bir altın çağ ihtiyacı duyuyor ve anıları manipüle etmekten çekinmiyoruzdur.

Ah işte bunu tanıdım. Diğerlerinden farklı olarak bronz büstüyle Hacı Amca. Hastalanmadan birkaç yıl önce. İçlerinde en komiği oydu ama nasıl olduysa bir gün öfkeyle eski evlerini yakıvermişti. Ailesinden ayrı küçük bir baraka tipi yerleşimde geçirmişti sonraki yıllarını. Kardeşi kocaman bir bisküvi fabrikası kurmuştu o yıllarda ama o yanına gitmek istememişti. Nasıl oluyor da bu kadar farklı oluyor iki kardeş derdi ailedeki kadınlar. İkisi de serbest bırakılmıştı büyürken.

Özgürlük bazısına esir etmeyi bazısına pazarlığı öğretir.

Bana neyi öğretmişti? Hatırlamanın önemini mi? Zamanla kazanamayacağım bir savaşta yer almayı mı?

Evrenin hangi zamanındayım bilmiyorum, kendi hayatımın hangi zamanındayım bilmiyorum. Bir hayalin neresinde duruyorum bilmiyorum. Son kederimden yenisine ne kadar var bilmiyorum.

Zaman düz mü yuvarlak mı bilmiyorum.

Tek bildiğim kendi bedenimi başlangıcı, çocukluğum. Tek şansım bulunduğum evrenle bağ kurmak ve inşa etmek ama büyüdüğüm yer bunu mümkün kılmıyor.

Doğduğun ev, hastane yıkılır. Yıllar sonra döndüğün memleketinde mahalleni tanıyamazsın. Bu şekilde nasıl bağ kurulur? Çocukluk hayallerinin üzerine nasıl bir şey inşa edilir? Göçebe olursun. Bağ kuramayan, inşa etmeyen ve güzelleştirmeyen ama dayanımı yüksek bir göçebe.

Biri kolumdan tutmuştu. Polis olduğunu ayakkabılarından anladım.

“Çocukluğum o salondan ibaret” dedim sorgu odasında.

“Bırakalım gitsin” dedi polislerden biri, “belli ki hiçbir şeye dokunmamış ve biraz kafayı üşütmüş”.

İtalyanca bildiğimi bilemezdi. İngilizce bilenleri bana eğilip “o salon bir tamir atölyesi, eski ve parçası eksik eserler orada renove ediliyor, hatta bazılarını reinstitüsyon ile yeniden canlandırmaya çalışıyorlar” dedi. “Kafanız karışmış olmalı, mevsim değişimi, bu sıralar hemen herkes böyle şeylerden muzdarip. Buyurun, belli ki sizi burada tutmamıza neden olacak önemli bir şey yok, çıkabilirsiniz”.

Robotik iniş araçları dünyaya doğru alçaldığında, gezegene uzaylı bu tür büyük okyanusu hedef almaktaydı. Onları buraya ilk anda çeken şey okyanus etrafındaki volkanik aktivite idi. Bu, onların dünyayı galaksi içerisinde bir geçiş yeri yapmasına imkân tanıyordu ve türün neredeyse bütün mensupları mavi gezegeni yalnızca bu amaç için kullandılar. 

Orinoko türünün kaygılarının ötesine gitmişti ve hikâye anlatıcısı olmuştu; ama nasıl hikayeler? İnsanlar hikayelerine bir çevrelerinden ve zamandan dövülmüş bir çeşitlilik kazandırabilmişti. Oysa hikayelerini onlara dair yazacaktır. Onların zamanına uyacaktı, doğmalarına, çocukluklarına, ilk gençliklerine, yaşlanmalarına… Onların hızına da uyması gerekiyor da, iki ayak üstünde ya da araç içinde oturan uzanan canlılar, araçsızken dünyadan ve Güneş sisteminden tüm etkilere açık varlıklar.

Yolculuklarından sonra ne anlatacağına onlardan arda kalanlara bakarak şöyle karar vermişti: Sakin kıyılar, derin körfezler, ılıman koylar, soğuk stepler, buzlu yollar, serin nehirler, doğayla boğuşan ormanlar, ıssız göl kıyıları, kumdan ya da kardan tepeler, atların ve köpeklerin olduğu yerler… İnsanlar buralarda krallıklar, cumhuriyetler, panayırlar, meclisler, sofralar kurarlar; bayramlarda güler, savaşlarda boğuşurlar ve yolunu en çok arayan onlardır.

Gizli Salon
Okuyucu Derecelendirme0 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews