Oldukça yağmurlu bir yerden bir yere gitmenin kabusa dönüştüğü İstanbul akşamlarından birinde Gogo Penguin adlı grubu dinlemek için Zorlu Performans Sanatlarına doğru yola çıktım. Alışveriş merkezi içerisinde olan konser salonlarının en büyük problemlerinden bir tanesi konsere girmeden önce adeta konser etkinliğinin ruhuna girmemeniz için birçok farklı müzik dışı etkenin üstünüze üstünüze gelmesi denebilir. Özellikle benim durumumda Zorlu’nun performans sanatları girişine en uzak kapıdan içeriye girdikten sonra alışveriş koridorunda ellerindeki torbaların değeri binlerce lirayı bulan insanları görürken; Gogo Penguin en sevdiği grup olmasına rağmen konserin bilet fiyatını karşılayamadığı için konseri için bu konseri kaçıran öğrenci arkadaşlarım geliyor aklıma- hüzünleniyorum. Etrafta yüksek sesli “Noel” enerjisini yaşatan şarkıların çalındığı “Noel Pazarını” geçtikten sonra nihayet Zorlu’nun amfisinde bu gece benimle aynı sebeple orada bulunan insanlara doğru yaklaşıyorum. Elime bir bira aldıktan sonra amfideki merdivenlere oturup insanları izlemeye başlıyorum.
Genelde bu merdivende benimle oturan ve konseri bekleyen insanlar orta yaşlarda büyük ihtimalle orta sınıfa mensup mesai çıkışı buraya gelen insanlar gibi görünüyorlar. Benden başka 25 yaş altı çok az insan olması dikkatimi çekiyor ve bu durumu garipsiyorum. Gogo Penguin’i daha önce İngiltere’de dinlerken de fark ettiğim seyircinin yüksek ortalama yaşının sanki İstanbul’da sebebi başka gibi hissettiriyor. İngiltere’de iki kere konserine gittiğim bu grubun kitlesinin 50 yaş ve üzeri olduğunu ilk gördüğümde, aklıma gelen ilk sebep İngiltere’deki bu yaşta insanların böylesine çok da ünlü olmayan bir grubu kendi araştırmaları sonucu bulabilmeleri, ve aynı zamanda bu müziği sarmal yapısı, klasik müzik ve caz tınıları sebebiyle sevmeleri olduğunu düşünmüştüm. Fakat tahminlerimce Türkiye’de böylesine az bilinen bir grubu bilen ve dinleyen kesimin daha genç üniversite öğrencileri olduğunu düşünmeme rağmen, hiçbiri buraya gelmemişti, ya da gelememişti. Merdivenlerde otururken konseri izlemek isteyen fakat bilet bulamayan bir arkadaşımı gelmeye ikna etmek için aradım. O bilet bulabileceğimize ihtimal dahi vermiyordu. Bense geçmişte Zorlu sahnesi ve birçok farklı konser salonu dahil olmak üzere son anda bilet bulabilen birisi olarak, onun da benimle Gogo penguin deneyimine ortak olacağından emindim. Dediğim gibi de oldu. Büyük ihtimalle birlikte geleceği kişinin son anda iptal etmesiyle elinde fazla bileti kalmış olan bahsettiğim 40-50 yaşlarındaki beyaz saçlı güzel “abi” bize biletini arkadaşımın öğrenci olduğunu duyduktan sonra karşılıksız olarak verdi. Aslında belli konserlerde bilet satışı devam ederken bile konserler öncesinde bu güzel “abi” gibi insanlarla tanışabilmek ve böylesine büyüleyeci bir deneyimi paylaşabilmenin beni içten içe nasıl tatmin ettiğini ve bunun yanında insanlığa karşı umudumu büyüttüğünü tekrar hatırlıyorum. Sanki müziğin enerjisi ve heyecanı, “gerçek” hayata nazaran insanları paylaşmaya, nazik olmaya ve birbiriyle karşılıksız bir etkileşime geçmeye teşvik ediyor.
Konser salonuna giriş yağtığımızda biletleri tükenmiş olan konserin tıka basa dolu dolduğunu ve bizim boyumuzdaki insanların alt katta hiçbir şey göremeyeceğini fark ettiğimiz için kendimizi üst kattaki balkonda bulduk. Gogo Penguin’i daha önceki iki dinlememde de konser başladığı anda sahneye bakakaldığımı, duyduğum seslerin tek bir sahneden geldiğine inanmadığımı hatırlıyorum.
Hepimizin haşır neşir olduğu oldukça yaygın üç enstrümandan oluşan bu grubun sahneden izleyiciye ulaştırdığı seslerin genişliği, denges, yani mixi öylesine özgün duyulmuştu ki. Piyano, kontrbas ve davuldan oluşan grup sanki enstrümanlarının bütün ses aralığını kabul etmişcesine, acelesiz, kendinden emin ve mütevazi bir giriş yapmışlardı. Benim zamanında yaşadığım bu anı arkadaşımın da deneyimleyeceği için çok heyecanlıydım fakat grup konsere başladığı anda daha önceki deneyimlerimle alakası olmayan bir konser yaşayacağımızı anladım. Diğer konserlerindeki gibi Gogo Penguin’i farklı kılan o büyüleyici ses dengesi ne yazık ki bu performanslarında yoktu. Grubun basçısı, piyanisti ve davulcusu kadar bir parçası olan ses mühenidsi Joe Reiser İstanbul’daki konserlerine gelmedi mi acaba diye düşündüm. Fakat ne kadar ön planda bir ses mühendisi olursanız olun konserlerde seyircinin karşısında değil de arkasında olduğunu için bu sorumun cevabını da asla öğrenemedim. Ne yazık ki özellikle ülkemizde ve dünyada müzik ne kadar en nihayetinde kulaklarımızla deneyimlediğimiz bir sanat formu olsa da, birçok müzisyen müziklerinin nasıl duyulduğundan ve deneyimlendiğinden daha çok içeriğini (harmonik yapısını, sözlerini veya bir enstrümantalistin yaptığı küçük bir hareketini) düşünmeye zaman harcıyor ve bu sebeple deneyimin özü olan duyumu es geçiyor. Joe Reiser’le özellikle üçüncü albümler olan Humdum Stars’da çalışmaya başlayan grup bu albümle şarkıların “yatağı” dediğimiz, bütün şarkının üzerine kurulduğu arka plan sesleriyle kendilerine adeta daha da özgün bir duyum keşfetmiş diyebiliriz. Aynı zamanda bir ses mühendisine alan tanındığı zaman ses mühendislerinin müziğin iyi duyulmasının ötesinde müziğe, sanatsal açıdan nasıl yön verilebileceğinin de çok güzel bir örneği bence bu albüm. Bunun gibi ses mühendislerinin ön planda olduğu ve bir parçayı olduğu güzel yerden başka cennet diyarlara taşıdığı albümlerden aklıma gelen bir başka örnekse Jeff Buckley’den “Grace” adlı albümde ses mühendisi Andy Wallece’ın dokunuşu. Müzikle ilgili konuları anlamanın en kolay yöntemi dinlemek olduğu için bu noktada Joe’nun gruptaki rolünü anlamak için bu albümden özellike “Prayer” adlı parçayı dinlemenizi öneririm.
Gogo Penguin 2012’deki Fanfares adlı albümle Gondwana adlı plak şirketinden müzik dünyasıa ilk çıkışlarını yapmıştı. Toplamda 7 şarkıdan oluşan bu albüm grubun vaat ettiği ışığı bize göstermesine rağmen grubun tam anlamıyla günümüzdeki orjinal tınılarına ulaşması İngiltere’deki caz sahnesinde de büyük ses getiren “V2.0” adlı 2014 çıkışlı albümle oldu. Bu albümle grubun bütün üyelerinin adeta enstrümanlarında artık kendilerini kanıtlamak istercesine değil de, akışkan, minimal ama bir o kadar da dolu dolu bir müziğe evrildiğini göstermişti. Grubun stilist eski davulcusu Rob Turner’ın 2021 yılında kendi müzik yolculuğunu keşfetmek adına gruptan çıkmasıyla en yeni grup üyesi John Scott, eski davulcunun yazdığı karakteristik ve bir davulcu için benzer duyulması oldukça zor davul partilerini çok akışkan bir şekilde çalarken aynı zamanda gruba taptaze kendine özgü bir lezzet de katıyor. Grubun yeni üyesinin gruba katılmasından sonra çıkan parçalara baktığımızda eskisinden farklı bir duymak çok kolay. Özel olarak kulak asmazsanız şarkıya tamemen karışan fakat kulak kesildiğinizdeyse sizi büyüleyecek groovy davullar yazan ve yakışıklılığıyla da izleyenleri büyüleyen yeni bir üye. Kontrbasının bütün sınırlarını zorlayan bir baktığınızda slap tekniğiyle, bazen de basını yayla çeken Nick Blacka adlı üye aynı zamanda her zaman kullandığı aynı bass sesinin devasa duyulmasının en büyük sebeplerinden olan Ampeg SVT adlı amfisiyle kendi orjinal tınısını oturtmuş. Piyano partisyonlarındaki arpej ve akorların üzerine ikinci katman melodik bir yapı oluşturan Blacka grubun akışkanşığının da kanımca en büyük sebeplerinden birisi. Konservatuarda klasik piyano eğitimi alan grubun piyanisti Chris llingworth’ın klasik müzik geçmişiyle grup iyice özgünleşmiş ve herhangi bir müzik stiline sığmaz hale gelmiş. Bu noktada müzik stillerinin, eserleri satmak, pazarlamak veya tarihi olarak anlamlandırabilmek için kullanılan kategoriler olduğunu unutmamakta fayda var. Bu sebeple duyduğum herhangi bir müziği belirgin bir stile sıkıştırmamaya özen göstersem de Gogo Penguin’i isteseniz de bir stile sığdıramamanız grubu daha da özel kılıyor. İsimlerinin standart caz gruplarının aksine yalnızca bir üyeden gelmemesinden de anlayacağımız gibi (örneğin Chris llingworth Trio olmamasından) Gogo Penguin her üç üyesinin de eşit bir şekilde kendilerinden ödün vermeden, geçmişlerinden gelen çalımları ve stilleri harmanladığı bu sayede de kendi özgünlüklerini doğurabildikleri bir grup haline gelmiş.
Tekrar konser anına dönmek gerekirse, performansın ilk başlarında ses seviyesi çok düşük olduğundan dolayı müziğin içine girmekte zorlanmış olsak da alt kata inip salonun ortasına doğru ilerlediğimizde bu durumu biraz da olsa elimine edebildik. Geçmişte Zorlu Performans sanatlarındaki konser deneyimlerimin neredeyse hepsinde, örneğin geçtiğimiz haziran ayında sahne alan “Jojo Mayer ve Nerve” ışık performansı gözlerimi kamaştırıp müziğin vücudumda bıraktığı etkiyi ikiye katlamış olsa da ne yazık ki Gogo Penguin’e eşlik eden ışıklar beni büyülemedi. Konser bittikten sonra tekrar sahnye çıkan grup bis çarkısı olarak benim gruptan en sevdiğim parça olan “Protest” adlı şarkıyla konseri bitirmeleri de bu konseri benim için bir ayrı özel kıldı. Benim bütün tatminsizliğime rağmen Gogo Penguin’i İstanbul’da deneyimlemek, seyircide kalın sesli erkeklerin “I love you” haykırışları, ve bize ekstra biletini veren o güzel “abiyle” bu konser benim için yine de unutulmaz bir anı olarak kalacak. İngiltere dışında verdikleri ilk konserin olduğu şehre İstanbul’a ikinci gelişleri olan Gogo Penguin umarım Türkiye’ye tekrar gelir ve onları İngiltere’deki seyircilerinin duydukları gibi duyabiliriz.
Ben Haza Cansu Odabaşı, bir müzik manyağı ! bu köşede, ayda bir benim müzikle ilgili zırvalarımı okumak için “Dubala” dergiyle kalın.
Saygılar.