Kaçamazsın

Zeynep Keçelioğlu

Kırmızıydı her yer, kıpkırmızı. Kendini tek bir renge bürünmüş bir evrende bulmuştu, kan rengi bir gökyüzünün altında, dolunay ve yıldızlar tarafından aydınlatılan bir evrende. Kulağına yazın yaprakların hafifçe meltemden sallanırken çıkardıkları o tatlı hışırtı geldi. Kuru havayı ciğerlerine çekti. Karşısındaki ormana baktı: Kalın ağaç gövdeleri, koyu yapraklar, sıklıktan eni sonu seçilemeyen bir cümbüş, kırmızının bütün tonları yahut her rengin kırmızı bir filtreden geçmiş uzantısı, gözden uzaklaştıkça koyulaşıyordu sonu seçilemeyen ormanda. Kara, toprak, kendisi, kolları, bacakları, kıyafetleri, kırmızı bir sessizliğin içindeydi her şey. 

“Kaçtığı bir şeyler vardı. Kovaladığı bir şeyler.  Kafasındaki yüzlerce soru iliklerinde, bu kırmızı tekinsiz dünyanın kucağına bırakıverdi kendini. Kulaklarına ağaç yapraklarının hışırtısı, kalbine kırmızı gökyüzünün dinginliğiyle. Karar verdi: Kovaladığı her neyse onu bulacaktı. Kaçtığı her şey neyse, ona yakalanmayacaktı.”

Kime, neye, hangi zamana ait bir yerdeydi? Kendine aitmiş gibi hissetti bir an orman, sonra herkese aitmiş gibi. Kurmaca burada başlamamıştı, biliyordu, ama nerede nasıl başladığından emin değildi. Kaçtığı bir şeyler vardı. Kovaladığı bir şeyler.  Kafasındaki yüzlerce soru iliklerinde, bu kırmızı tekinsiz dünyanın kucağına bırakıverdi kendini. Kulaklarına ağaç yapraklarının hışırtısı, kalbine kırmızı gökyüzünün dinginliğiyle. Karar verdi: Kovaladığı her neyse onu bulacaktı. Kaçtığı her şey neyse, ona yakalanmayacaktı.

Küresine karanlığın tepesinden bakan bir figür “Kala” dedi. “Kala, sınırı geçmek üzere.” 

“Korkma, izle.”

“Kesinlikle sınırı geçmek üzere. Kafanız nasıl bu kadar rahat?”

“Kaçamaz. Kabusa döner burası.” Kala kahkaha attı. Komikti onun için. Kendinin peşinde her kahraman kaçabileceğini sanardı. Kimse öbür tarafta kendi başlarına geleni fark etmezdi. Kimse bağlantıyı kuramazdı iki dünya arasındaki. Kaç asırdır ne kaçaklar ne hırsızlar görmüştü. ne kahramanlara üzülmüştü, ne kabuslar salmıştı. 

Kendisini ormana attığı anda karşısında bir küre belirdi; küçük bir nokta olarak başladı küre, karsısında giderek büyüdü. Kızıllıktan asılı kaldığı yerde titriyordu. Kafasını anlamak istercesine yana eğdi kahramanımız, yavaşça kürenin etrafında bir tur attı. Kulaklarında değil göğsünde hissediyordu kürenin titreyişini. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı sonra. Kırmızı gökyüzü sanki bir bıçakla tabak gibi kesilmiş, kestiği parça önüne gelmişti. Kalan boşlukta dolunay kalmıştı. Kendisine cesaret veren kudretli bir… bir…. bir şeyler gibi işte. Kendi düşüncelerine tutunmakta zorlandığını hissetti.

Küre onun hareketlerini bir ayna tutar gibi onun etrafında döndü bu sefer. Kafa hizasında, ensesinin arkasında durdu. Karşıya bir adım attı kahraman. Küre, onu titreşiminin yarattığı tiz frekansı yaymaya devam ederek takip etti. Kafasının üzerinde çarşaf gibi gökyüzü, kafasının arkasında kırmızı bir küre ormanda yürümeye devam etti. Kafasını her çevirdiğinde başka bir sahneyle karşılaşıyordu. Kölelikten usanmış insanların acılarına tanık oldu. Kahramanca davranıp yine de unutulanların trajedilerini gördü. Kocasına yemek beğendiremeyen kadınların mutfaklarını kokladı. Kütüphaneler gördü yok edilmiş. Kitaplar gördü yakılmış. Kalpler gördü kırılmış. Kaçırılan şanslar sonucu kaybedilen hayaller gördü. Kendini gördü, bazen kendinde bazense başkalarının acılarında.

Kendisini en sonunda ormanın obur tarafında, bir göl kenarında buldu. Kesik çıtalardan yapılmış bir iskelesi vardı bu gölün. Kiraz rengi bir kayık bağlıydı iskeleye.

“Kala, kayığı bul-“

“Korkma, izle.” 

Karları fark etti yerdeki. Kızıl gecenin gölgesinde pembemsi bir ışıltıya bürünüp ayaklarının altına serilmişlerdi. Kış gelmişti. Kalbine bir ağırlık çöktü. Korka korka ilerledi iskeleye. Kâinatın hepsinin içinden geçmiş, kendine ait bir yere ulaşmıştı. Küçükken çocukluk evlerinin yanındaki ormanda çok sevdiği bir kavak ağacı vardı. Koca adam olup kasabaya geri döndüğünde ormanda ağacını tanıyamamaktan korkmuştu. Kırk tur atıp ormandaki her ağaca bakmıştı. Karşısına onu yanıltan “Acaba benim ağacım bu muydu?” dedirten bir sürü ağaç çıkmıştı. Kırılmış hevesiyle kafasını çevirdiği anda görmüştü ağacını. Koca kavak tüm ihtişamıyla karşısında ona kucak açmıştı. Kafa karışıklığına yer yoktu. Kalbinde hissetmişti kavağın ona aitliğini. Kavuşmuşlardı. Korkunç bir eminlik hissiyle kavuşmuşlardı hem de. Karşısındaki kayığın ona aidiyetini de benzer bir hisle biliyordu. Kendi adı kadar emindi. Kendi adı neydi? Kafasına birden fazla isim hücum etti. 

Kayığa doğru attığı her adımda kırmızı küre daha da titriyordu. Kalbi titriyordu. Kâinat titriyordu. Kala bile titriyordu. Koşmaya başladı. Kar ayaklarının altında eziliyordu her adımında. Küreyle birlikte kıyıya ulaştılar. Kalbi küt küt atıyordu. Kendine durmak için izin verdi. Kalkıp inen göğsünü durdurmak istiyordu. Kuru havayı tek nefeste ciğerlerine doldurdu.

Kayığa atladı. Kıç kısmında kırışmış bir kravat vardı. Kimindi bu kravat? Kravatı eline aldı. Kaldırdığı eline bakakaldı. Karsısında tuttuğu elde ters bir şeyler vardı. Kaç parmağı vardı? Karar veremiyordu. Kırılan bükülen parmaklar birbirlerine karışıyor saymasını imkânsızlaştırıyordu. Kafası karışıyordu. Kendini bir an bir yatakta hissedermiş gibi oldu. Kovalamaya çalıştığı bir farkındalık vardı, kaçıverdi. Kravata çevirdi gözlerini tekrar. Kimin kravatıydı bu? Karşısında bir yüz belirir gibi oldu. Kısmen, detaysız. Kavramaya çalıştı yüzün detaylarını. Kavrayamadı. Kravatın sahibi de parmaklarının sayısı gibi kaçıverdi. 

Kayığın kenarına yaslı küreği aldı, suya soktu. Kayık suda hafifçe sallandı. Kıyıdaydı, su derin değildi. Kürekten güç alarak kayığı iskeleden itti. Kayık kızıl gökyüzünün altında muazzam bir sükûnetle süzülmeye başladı. Kürek çektikçe bir beşik gibi hafif hafif sallanıyordu. Kundakta bir bebekmiş gibi hissetti. Kucağında olduğu şey huzurdu. 

Kıvrılan nehirde süzüldükçe karsısına antik yığınlar çıkmaya başladı. Kırılmış sütunlar, kafasız heykeller. Kendinden parçalardı bunlar. Kaybolan, geride bıraktığı çağlara ait, arkada kalan ormanın besleyiciliğinden uzak. Kendi savaşlarında yıkılmıştı bir zamanlar kudretli olduğu belli bu yığınlar. Kucağında olduğu şey burukluktu artık. 

Kendini manzaraya kaptırmış bir halde iç dünyasının nehirlerinde süzülüyordu. Kayığının bir kemere yaklaştığını fark etti. Kemerin altından geçerken mermere kazılı bir yazı gördü. Kafasını kaldırdı.

Kırpıştırdığı gözleriyle yazıya odaklandı.

Kayıp koleksiyon.

Kırpıştırdığı gözleriyle yazıya odaklandı.

Kayıplar koleksiyonu.

Kırpıştırdığı gözleriyle…

Kürek çektikçe ilerliyor ilerledikçe hava soğuyordu. Kuzeyde kıyıyı görür gibi oldu. Koca iki sütun, ortalarında yükselen kiremit çatılı bir köşk. Köşkle arasındaki su kayalarla doluydu. Kayığı dikkatli yönetmesi gerekecekti. Kayaların arasından geçerken kalp atışlarını duyabiliyordu. Kırmızı top hızla titremeye başladı. Kösedeki kayaya fazla yakın geçiyordu. Kürekle hamle yapmayı denedi. Karar vermekte gecikmişti. Kayığın altı kayalardan birine çarptı. Kırmızı su kayığa girmeye başladı.

Kayığın batmaya başlayan zeminine baktı panikle. Karaya yakındı. Küreğe abanabildiği kadar abandı. Karayla arasını kapayabildiği kadar kapamayı deneyecekti. Kolay olmayacaktı. Kayığa dolan su kanayan bir yara gibiydi, başını dönüyor etrafındaki her şey eğilip bükülüyordu. Karaya yeterince yaklaştığını fark etti. Kayığın kıç tarafı suya batmıştı artık. Kendini kayığın önüne attı. Kenarlarına ayaklarıyla basarak dengede durmaya çalıştı, ayağa kalktı ve zıpladı. 

Karadaydı. Kumlara basıyordu. Keskin bir rüzgâr ıslık çaldı. Kemikleri titredi. Kar gitmişti ama kuru soğuk kalmıştı. 

“Kim yitip gitmiş birine ait bir peruk takmak isterdi ki? Kaybetme ihtimalin olan bir savaştayken çoktan kaybetmiş birinin gölgesini taşımak… Katlanılamaz bir şey olmalıydı.”

Köşke doğru ilerledi. Kapıya yaklaştı. Kırık, ağır, eski bir kapıydı. Kalın bakır bir tokmağı vardı. Kavradığı tokmağı cevirdi, kapıyı vücut ağırlığını yaslayarak itti. Kapının sesi yankılandı. Köşk boş olmalıydı. Karanlıkta bulacağını sanıyordu kendini ama köşkün koca pencerelerinden dolunay kudretini sergiliyordu. Kırmızı beyaz bir satranç tahtası gibi önüne serilmiş bir avluda buldu kendini. Karşısında ürpertici bir boşluk vardı. Kafasını çevirip etrafa bakındı. Kaideler ve üzerlerine yerleştirilmiş nesneler gördü, özenle tek tek ışıklandırılmış. 

Kendine en yakın olana yanaştı. Kafasından vurulmuşa döndü. Karşısında anneannesinin peruğu duruyordu. Kanser tedavisi boyunca takmıştı bu kısa peruğu. Kim bilir ne olmuştu bu peruğa anneannesi öldükten sonra. Kim yitip gitmiş birine ait bir peruk takmak isterdi ki? Kaybetme ihtimalin olan bir savaştayken çoktan kaybetmiş birinin gölgesini taşımak… Katlanılamaz bir şey olmalıydı. Kendini öteki tarafına attı avlunun. Kaidelerden bir başkasının önündeydi. Kravatı gördü üstünde. Kaçamadığı su kravat. Kimindi bu lanet şey? 

Karşısında şimdi ilk sevgilisinin ona verdiği kolye duruyordu. Kaybedeli seneler olmuştu. Kendi mi atmıştı yoksa? Kolyeye baktı. Karayel gibi bir anılar esintisi kavradı etrafını. Kendini geçmişini affederken buldu. Kucağında olduğu şey şefkatti şimdi. 

Köşede bir ışık yanıp söndü. Kaidelerden biri onu çağırıyordu. Kıblesi. Karşı duvara yürümeye başladı. Köşkün koca pencerelerinden dolunay ona göz kırptı. Kararlı adımları avluda yankılanıyordu. Kovaladığı şeye yaklaştığını biliyordu. Koca bir serüvenin son durağıydı burası. Kesinlikle emindi, bunun için buradaydı. Kırk kere başlasa yine burada bitirirdi serüvenini. Koşmaya başladı. Koştukça altındaki zemin kayganlaştı. Kaideye ulaşacaktı. Kim oraya neyi koymuş görecekti. Kazanacaktı.

“Kala…” 

Kaidenin önüne vardı. Kestane bebek duruyordu üstünde. Kestane bebek… Küçükken en sevdiği oyuncağıydı. Kimseye dokundurtmazdı. Kahvaltısını onsuz etmez, yanından asla ayırmazdı. Kuzenlerinin evindeki parkta kaydırakta unutmuştu bir gün. Koşarak geri döndüğünde bebek gitmişti. Kahrolmuştu. Katıla katıla ağlamıştı günlerce. Kendini kaybetmişti. Kardeşi onun üzülmesine dayanamamış, posterler hazırlamıştı: Kestane bebek kayıp, kim bulursa ödül var. Kimse bulup da getirmemişti kestane bebeği. 

Karşısındaydı şimdi. Kaybettiği ilk değerli şey. Karşısındaydı. Kendisinindi. 

Kırmızı küre çılgınca titremeye başladı, dikkat çekmek istercesine arkasından önüne geçti. Kaidenin tepesinde, göz hizasında durdu. Küreye değil aynaya bakıyor gibi hissetti bir an. Kararlıydı. Kaptığı gibi kestane bebeği kucağına bastırdı. Koşmaya başladı. Kör edici bir şimşek çaktı. Karanlık gece ikiye ayrıldı. Kıyamet koptu. Kasırga koptu. Kâbus. Karabasan. Kendini koşabildiği kadar hızlı koşmaya zorluyordu ama bacakları yeterince hızlı hareket etmiyordu. Kararları ve yetkinliği arasında uçurum vardı. 

“Kaçıyor.”

“Kaçamaz” dedi Kala. 

Kendisini dinlemeyen bacaklarına rağmen köşkten çıkmayı başardı. Küre deli gibi titriyordu arkasında. Kapkaranlıktı her yer. Kaybolmuştu dolunay da yıldızlar da. Kara bir kovalamacanın içindeydi. Kaçtığı şeyler neydi tam emin değildi. Koca bir çığlık atmak istedi, sesi çıkmadı. Kendini çığlık atmaya zorladıkça kırmızı küre küçüldü, en sonunda yok oldu. Koştu. Koşamadı. Koşmayı denedi. Koşmak istedi. Kâbusu ağır çekimdi. 

Kalbi ağzında kıyıya yaklaştı. Kayığın battığını hatırladı. Kendini suya attı. Kolları da hareket etmiyordu artık. Karanlık sulara bulandığını hissetti. Kör olmuştu, battıkça batıyordu. Kucağında kestane bebeği tutuyordu hâlâ. Kara yaratıkların hepsi üstüne kapandı. Kapana kısılmıştı. Kendini suya teslim etti. 

Kaçamamıştı.

Kaybetmişti.

Uyandı.

Kaçamazsın
Okuyucu Derecelendirme0 Oy

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews