Ama pencereleri açmamışsınız. Dolayısıyla bugün de odanızı talan etmek durumundayım. Pençelerim minderlerinizi yırtarken gagam duvarlarınızda oyuklar açacak. Yastıklarınız benim tüylerimle dolarken komşularınızla deliklerden bakışacağız. Kaçacağımız bir sınır ötesi yok; oda bize hep içkin kalacak. Pislikleri boşaltabileceğimiz bir sifon yok; resimlerimiz hep papağan dışkısı kokacak.
“Tuti’nin zırvalamalarından hoşnut olduğumu sanmayın; saçmalamada şiddet vardır, ve ben ‘şiddetten hayatı kastediyorum.”
Tabii latife ediyorum: Tuti dramatik girişler yapmayı sever, mazur görün. İlk yazıyı okumadıysanız okuyun, tanışma faslını geçtik varsayıyorum. Tuti’nin zırvalamalarından hoşnut olduğumu sanmayın; saçmalamada şiddet vardır, ve ben ‘şiddetten hayatı kastediyorum’. Ah Tuti, gene kimleri hatmettin de geviş getiriyorsun? Artaud ve artıklarını. Gene kimlerin ikizi oldun? Aynadaki değil, sarılan dillerde yanık izlerinin. Susmayacak mısın, bırak biraz da ben konuşayım. Susamadıklarımla hepinizi abuklatacağım.
“Ben korkumdan dürüst bir sapkınlıkla mitik bir papağanın gagasına sığınmıştım. Unutmadım ki Metis Zeus’un midesinde susmadı. Netflix dilin şiddetini kapkaçlayıp bir dizi yapmış; sanmayın ki abuklar konuşmayı bıraktı.”
Tuti bir izleyişte bütün Sıcak Kafa senaryosunu ezberledi. İzlerken kızmadı da değil, ona sormadan dizideki meyhanenin ortasına sergilemeye koymuşlar. Bir de utanmadan meze olarak beyin söylemişler. Bu ne kadar da komik bir kafayı yeme esprisiymiş diye kahkaha attı durdu, o nasıl düşünememişmiş. (Tabi Tuti’nin kahkahaları kapı zili gibi olduğu için neredeyse beklediğim her şey gelecek sandım. Hayatımın bir noktasında embriyonik kök hücrelerden beyin yapmaya çalışıyordum, haliyle zihni anlamanın tek yolunun onu üretmek olduğuna inandığım için. Karşılaştığım ve o zamanlar hayran olduğum bir oyuncu bana bununla uğraşmak yerine kök hücreden reel genital dokular üretip erotik oyuncak endüstrisine yeni bir soluk kazandırmamı tavsiye etmişti. Şimdi görüyorum ki söğüş üzerinden sürdürülebilir ve hayvan-ölümsüz bir yiyecek endüstrisi kurmak makul olabilirmiş. Gelmesini beklediğim şey sentetik bir beyindi ve belki onu midemde bulabilirdim (bknz. mikrobiyom ve serotonin üretiminin yüzde doksanını gerçekleştiren bağırsak bakterileri)). Tuti beni gene parantezlere sıkıştırdın, çıkalım buradan.
‘Ölü, diri ya da abuk’. Bunlar Sıcak Kafa’da kendini krizle kuran egemenin kaçakları yakalama talimatı, ve bir nevi yaşamı bölme şekliydi. Hayat ve dil arasına sıkışmış bir papağan olarak Tuti bu kategorilerden hangisinde? Ne dediği anlaşılmayan, semantik bir virüs tarafından enfekte edilmiş, hastalığı anlamsız sayıklamarıyla, yani abuklamarıyla, yayan bu kitleyi sınıflandırmak için, yaşam ikiye bölünmüş. Ve Abuklar krizi tesis eden istisnai halde, kapatılabilir ve öldürülebilir hale sokulmuş. Meşruiyetini kriz halinden alan egemen SMK (Salgınla Mücadele Kurumu), kriz halinin sürdürülebilmesi için abuklamaların devam etmesine mahkum. Dizinin buram buram Agamben kokan kurulumu bu; hayat ve dil arasında, yasaların eşiğine hapsedilen istisnalar, hem yaşamdan hem de anlaşılabilir ifadeden koparılıp sembolik idamlarla sallandırılanlardı hep bahsetmek istediğim. Şiddetten kastım işte bu yüzden yaşamdı, hatta dirilik. Çiğnenirken dişlerde kıtırdayan, çağların bağırsaklarında gevişini bekleyerek hazımsızlık yaratan dirilik. Ben korkumdan dürüst bir sapkınlıkla mitik bir papağanın gagasına sığınmıştım. Unutmadım ki Metis Zeus’un midesinde susmadı. Netflix dilin şiddetini kapkaçlayıp bir dizi yapmış; sanmayın ki abuklar konuşmayı bıraktı.
Tuti önceki gece evden çıkmayayım diye bana Tutiname’yi anlattı. Tuti dün gece evden çıkmayayım diye bana “Sıcak Kafa”yı anlattı. Tuti bu gece evden çıkmayayım diye bana Harold Pinter’ın “Dağ Dili” oyununu anlattı. Tuti her gece bana hikayeler anlatır ve her gece bana aynı şeyi tembihler: bunların hiçbiri birer alegori değil.
“Oyun hakkındaki bir röportaj sırasında muhabir Pinter’a bu ilginç oyunun kimi malum ülkelerdeki politik durumun bir alegorisi olup olmadığını sorduğunda, Pinter’ın cevabıyla Tuti’nin tavsiyesini kimden çaldığını öğrenmiş bulundum: ‘Bu kesinlikle bir alegori değil.”
‘İsminiz ne? İsimlerimizi verdik. İsminiz ne? İsimlerimizi verdik. İsminiz ne? Yeter.’ “Dağ Dili”nde bir aile kar ve buz içerisinde vatan hainlerinin tutulduğu bir hapishaneye ziyarete gider. Ancak ziyaret edecekleri mahkumla ana dillerinde konuşamazlar; çünkü onlar dağ insanlarıdır. ‘Diliniz öldü. Yasak. Burada sizin dağ dilinizi konuşmanıza izin yok. Onu konuşamazsınız… Burada başkentin dilini konuşmak zorundasınız… Diliniz artık yok, anlıyor musunuz.’ (Tanıdık geldi mi? Bana bugünlerde her şey tanıdık geliyor, Tuti.) Anne, mahkum oğluyla her kendi dilinde konuşmaya çalıştığında gardiyan sertçe konuşmayı keser. Sessizce bakışırlar; anne hiç konuşmaz. Oyunun son sahnesinde gardiyan müjdeli haberi verir: başkentten gelen yeni yönergeye göre hapishanelerde ana dilde konuşmaya izin çıkmıştır. Anne sessizliğine devam eder. Gardiyan bağırır: konuş! Anne susar; gardiyan bağırır: konuş! Oğlu titreyerek annesine yalvarır; gardiyan bağırır: konuş! Sessizlik karşısında tahakküm nereye saldıracağını şaşırır.
Oyun hakkındaki bir röportaj sırasında muhabir Pinter’a bu ilginç oyunun kimi malum ülkelerdeki politik durumun bir alegorisi olup olmadığını sorduğunda, Pinter’ın cevabıyla Tuti’nin tavsiyesini kimden çaldığını öğrenmiş bulundum: ‘Bu kesinlikle bir alegori değil.’
Tamam, Tuti, anlıyorum dediklerinin alegori olarak görülmesini istemediğini, ama nasıl konuşmayanlardan, konuşamayanlardan, konuştuklarında ise anlamın dışına konumlandırılanlardan bu kadar dem vururken sürekli zıvanadan çıkmaya fırsat arar gibi laf ebeliği peşindesin? Sen bu kadar konuşurken, ki bizi oyalamak için yapıyorsun biliyorum, sessiz kalanı nasıl anlayacaksın? Bırak, sen kendini oyalıyorsun. Sana altıncı geceyi, kadın heykelinin dönüşümünün hikayesini anlatmamış mıydım?
Dört gezgin, bir marangoz, bir ressam, bir kuyumcu ve de iyi kalpli bir mümin, geceyi geçirmek için ormanda kamp kurmuşlar ve iki saatlik döngülerle nöbet tutmaya karar kılmışlar. İlk nöbet marangozunmuş: sıkıntıdan yandaki ağaçtan insan boyundan bir kadın heykeli yapmış. İkinci nöbet ressamınmış: sıkıntıdan tahtadan kadın heykelini boyamış. Üçüncü nöbet kuyumcununmuş: heykele takılar takmış. Ve son nöbet mümininmiş: heykelin gerçekçiliğine hayran kalmış ve tüm iyi kalbiyle dilemiş, ah keşke bu heykel gerçek bir kadına dönüşse. Şafak sökerken kadın cana gelmiş ve herkes gözlerini açmış. Kanlı canlı kadını gören dört gezginden her biri anında aşık olmuş, ve kadın hiç bir şey söylememiş. Aşık olan dört gezginden her biri kadının kendi hakkı olduğunu iddia etmiş, ve kadın hiçbir şey söylememiş. Marangoz: onu ağaçtan ben oydum, o benim hakkım. Ressam: onu kendi renklerimle ben boyadım, o benim hakkım. Kuyumcu: ona altınlarını ben taktım, dolayısıyla o benim hakkım. Mümin: ama en önemlisi hayattır, ve ona hayatını ben diledim; o, benim hakkım. Kadın, hiçbir şey dememiş. Dört gezgin meseleyi çözmenin tek yolunun başkasına danışmak olduğuna karar vermişler. Yola inip karşılaştıkları ilk yolcuya sormuşlar. Kadını gören yolcu: inanamıyorum, o benim ölümden geri gelmiş karım; o benim hakkım. Kadın hiçbir şey dememiş, ve bu sefer kaymakama danışmaya gidilmiş. Kaymakam: o benim merhum ağabeyimin karısı; o benim hakkım. Kadın, hiçbir şey söylememiş. Haliyle, bu sefer de kadıya gidilmiş. Kadı: benim terk edip gitmiş karım bakıyorum da geri dönmüş, merak etmesin artık güvende; o benim hakkım. Kadın ağzını açmamış. Yedili, tek çözümün Adalet Ağacı’na gitmek olduğuna karar vermiş. Adalet Ağacı, hepsini dinlemiş ve yavaşça gövdesinde bir oyuk açmış. Kadın sessizce ağacın içine yürümüş, oyuk ardından kapanmış. Yumuşak bir meltem, Adelet Ağacı’nın yapraklarını dile getirmiş. Yapraklar fısıldamış: her şey başladığı yere geri döner. Tuti, altıncı gece Khojasta’yı evin eşliğinde işte bu hikayeyle tutmuş, ve öğütlemiş: kocan döndüğünde aynı Adalet Ağacı gibi seni herkesten kesip geri içeri alacak.
Tuti; artık diline sarılı kalmak istemiyorum, bırak beni gagandan. Tuti; kanatlarının tüyleri sarkıyor. Tek kelimemle kaybol buradan Tuti ve sen o kelimeyi biliyorsun: Konuş!