“Tehlikenin olduğu yerde koruyucu güç de serpilip gelişir.” -Martin Heidegger
(Okyanusta boğulmamak için tutunduğum dal parçası)
Bence doğanın en çok özenerek her an tekrar, tekrar yarattığı başyapıtı sensin. Seninle beraber ve senden sonra yaratılan her şey senin ivmen ile şekillenecek.
Kendimizi içinde bulduğumuz düzenle, başa çıkamamıza rağmen artık geriye dönüşü olmayan bir yolda olduğumuz aşikar. Hep yeni, hep daha pratik ama karmakarışık, daha teknolojik. Her şey artık o kadar mümkün ki yaratılışımıza aykırı sayıda uyaranlar ve bunları taşıyamayan bir bedenle baş başa kaldık. İnsanın yaratımları ve istekleri bu biyolojik bedeni aşmaya başladığı için, bir süre sonra bildiğim ve tanıdığım “madde”nin yetersiz geleceğini biliyorum fakat insana dair küçük anlara şimdiden bir özlemim var. Eskiden anneannem kocaman bir tepsi üzerinde pirinç ayıklardı mesela. Var mı onlardan hala? Marketten almayı unuttuğumuz yumurta ile vakit kaybetmek istemiyor olmamız son derece normal oldu. Sadece bu geçişin içerisine “human” kelimesini gönlüm (şimdiki gönlüm) rahat bir şekilde yerleştiremiyorum. Bildiğimiz, tanıdığımız insana dair içinde ne var?
“Bu sefer aklımdaki soru şu; kalbin yeri transhümanizmde nerede? Kalp adeta alt çakralar ile üst çakraları birbirine bağlayan bir köprü görevindeyken benden bu köprüyü yıkmamı isteyecekler mi? Sanki yükselmek için bir uzay gemisi misali “işlevsiz” gibi olanları geride bırakmamız gerekecekmiş gibi…”
Sanki insan evrimini çakraların üzerine yerleştirsek transhümanizm sadece tepedeki çakralar tarafından kapsanıyor. Boğaz, üçüncü göz ve taç. Yani ifade, sezgiler ve kozmik bilinç. Bu sefer aklımdaki soru şu; kalbin yeri transhümanizmde nerede? Kalp adeta alt çakralar ile üst çakraları birbirine bağlayan bir köprü görevindeyken benden bu köprüyü yıkmamı isteyecekler mi? Sanki yükselmek için bir uzay gemisi misali “işlevsiz” gibi olanları geride bırakmamız gerekecekmiş gibi…
Şimdiki bilincimle bu bana manasız geliyor.
Üniversitede hocalarımın dilinden düşmeyen bir ‘tekhne’ terimi vardı. Teknolojinin anası ya da belki anneannesi. Antik Yunan’da zanaat ve sanat anlamında kullanılır ama daha çok kullanılan materyalde saklı olan potansiyelin zanaatkar ve sanatçı aracılığı ile ortaya çıkmasıdır… Aslında marifetine açılmış bir insandan bahsediliyor. Hediyesini görünür kılmış ve bunda ustalaşmış bir kişi ancak “tekhne” ye açılabilir. Yani bir anlayış, bir kavrayış değil baya iki elin hüneri ile ortaya çıkarılan sanat; dil sanatı, marangozluk sanatı, matematik sanatı. “Tekhne” yani ‘Sanatın ilahi personifikasyonu’. Sanatını güzel bir şekilde ortaya koyan bir kimse onu oluştururken tamamen bir girdabın içine girer ve yaratımını o girdabın içinde oluşturur. Tamamlanmış bir eserde bizi ona çeken ve ona bağlayan kilit nokta yaratıcısının gerçekten marifetine açılmış olup olmamasıdır. ‘İlahi’ bir bağlantı belki. Hiç iyi bir müzisyeni gözlemleme şansınız oldu mu? Müziğin kendisi haline gelmediği sürece enstrüman üzerindeki hakimiyeti yetersiz kalıyor. (Bunu her mesleğe oturtabiliriz) Bu sebeple “tekhne”de ortaya çıkan sonucun doğa ile bağlantısı bir ve bütünken, sanırım teknoloji olarak doğduğunda, üretmek için kullandığım yaratıcılık, zeka ve araçlar bir mekanikleşme sürecine giriyorlar. Kodları değişiyor, kumaşları değişiyor.
Bir felsefe dalışı yapmayacağım ancak Heidegger’ın ‘Teknoloji’ye ilişkin bir soru’ makalesini incelemenizi öneririm.
Toprağı iyileştirmekle uğraşmak istemiyoruz, topraksız tarım yaratıyoruz. Toprakla ilişkimizi kesiliyor. Bu dünya ile iletişimimizi nasıl devam ettireceğiz? Hayvanlar alemi ve bitki alemi bu duruma üzülebilir. Mineral alemi ise sessiz ve yargısız bir şahitlikte zaten, onun için pek fark etmez. Velhasıl kelam bunların hepsini insan istiyor, insan yapıyor. Bunu bir çözüm olarak görüyor ve yaratıyor. Ancak uzuvlarımızın hediyelerini güzeller güzeli gezegenimizle iletişimde olmak için kullanmamak bana -insan- olmanın şu anda bizim için tanımsız bir yere taşınacağını hissettiriyor. Ben ancak ellerim serbestken insan olmanın sorumluluklarını yerine getirebiliyorum sanki…
“Hipnotize bir şekilde ekrana bakarken beynimde oluşan bağlantılar üzerinde ne yazık ki hiç bir kontrolüm olamıyor. “Sorun” da bu ya zaten. İmgeler bana hükmediyor.”
Eskiden tanıdığım kültürlü italyan bir aile vardı Matrix filmlerini, Blade Runner gibi gelecek imgeleri barındıran filmlerin hiç birini tercihen izlemiyorlardı. Beklentinin oraya doğru çekildiğini, bu imgelerin zihinde bir yer edeceğini ve geleceğimizi koşullandıracağından bahsediyorlardı. Şoka girmiştim ve hiç unutamıyorum. “Black Mirror” dizisi ile ilgili kim bilir ne hissediyorlardır? Bu dizi benim için öfori ve anksiyete dolu bir bağımlılık yaratmıştı. Bir bölüm bitene kadar 6 kere yer değiştiriyordum. Bölümleri yaratan zihinlere aynı anda hürmet edip, öfke duyuyordum. Ancak genel olarak bilim kurgu alanında bu italyan ailenin haklı olduğu bir nokta var, hipnotize bir şekilde ekrana bakarken beynimde oluşan bağlantılar üzerinde ne yazık ki hiç bir kontrolüm olamıyor. “Sorun” da bu ya zaten. İmgeler bana hükmediyor.
Çakra teorisi üzerinden gittiğimizde tabi transhümanizm renk skalasında da mavi sonlarından mora ve oradan grimsi bir beyaza doğru bir bölüme yerleşiyor. Isıya ve sıcaklığa dair hiçbir şey yok. Hatta toprak ile oynayarak büyüyen bir çocuk olarak şu anda teknoloji beyaz bir ışık olarak tamamen soğukluğu ile üstüme üstüme geldiği kesin. Hem de ısırılmış bir elma ile.
İronik olan şu ki, bunlar yalnızca geçişin yani günümüzün sancıları, iki nesil sonra bunları konuşmalarına gerek kalmayacak. Müzelere laptoplarımızı, wifi modemlerimizi falan koyarlar artık…
İnsanın yaratımlarına karşı bir direnç noktası olmak gibi bir niyetim yok, her şey kendi kendine zaten yolunu bulacak. Yine de son dönemece kadar küçük çocukların “tekhne” potansiyellerinin minimumda zedelenmesi için, her türlü ekrandan mümkün olduğunca uzak tutulmalarını ailelerden istemeye devam edeceğim. Bu geçiş evresinde de göz ucuyla her gün evrildiğimiz halleri izlerken, bildiğim kadarı ile insan olmanın lütuflarını tek tek onurlandıracağım.