Dünyanın hemen her yerindeki farklı Homo Sapiens topluluklarının kültürlerinde paylaşılan bir ortak motif olarak herhalde en belirgin ve evrensel konsept, “iyi ve kötü” dualizmidir. Her kültürde iyi ve kötü konsepti mevcut; her ne kadar merceği yaklaştırıp ölçeği küçülttüğünüzde neye iyi, neye kötü dedikleri değişse de birtakım davranışlara iyi, birtakım davranışlara kötü demekte bütün dünya birleşiyor.
İnsanoğlunun kendisini, çevresini ve etkileşimleri açıklamakta başvurduğu en eski ve kalıcı araç olan mitoloji hem bu dualizmden izler taşır hem de gerekçelendirir. Mitolojinin hem kaynağı hem ürünü olan masallar, mesela, pedagojik işlevleriyle çocuklara neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlatırlar: Anne sözü dinlememek kötüdür, baba yasağını delmek kötüdür, yabancılara çok güvenmek kötüdür – yaşlı bilgelere güvenmek iyidir, zor durumda kalana yardım etmek iyidir, gibi.
İyi ve kötü konseptlerini mitolojik açıklama ve gerekçelendirme insiyakı bir yandan müthiş ve epey karmaşık bir külliyatı yarattığı gibi, bu açıklama ve gerekçelendirme yönteminin -haliyle- bilimsel olmayışı ve insan zihninin objektiviteden, gözleme dayalı somut tahlillerden uzak tarafıyla uygulanışı sebebiyle doğal çelişkiler de yaratır. “Kötülük problemi” bunların en meşhuru – mitolojiler evrilip transandantal tanrıların daha soyut ve daha organize dinlerine dönüştüğünde, dualizmden izler hala görünür olsa da Tanrı’nın yahut Tanrılar’ın mahiyeti, işlevleri ve eylemlerine dair iddialar değiştiğinden, çok daha mantıklı-tutarlı bulunan çok tanrılı sistemin kötülüğü müstakil ve eşit derecede ezeli bir kaynağa atfetmesinin sağladığı manevra kabiliyeti yitirilir. Tanrı tekleştikçe, iyilik ve kötülüğün kaynağı da tekleşir ki, bu son tahlilde iyilik yahut kötülük diye bir şey olmaması, bunların geçici dünya hayatının yarattığı birer illüzyon olması dışında tutarlı ve tatmin edici bir açıklama getirilemez.
İslam’da görünüş itibariyle çatışma ve ayrışmaları başka türlü yorumlanabilse de esasen bu “iyilik-kötülük” problemini çözmeye kalkan Mutezile’nin “El menzile beynel menzileteyn” (İki menzil arasında bir menzil) prensibiyle kötülük işleyenleri “iman (mutlak iyi) ve küfür(mutlak kötü)” menzilleri arasında geçişken bir menzilde görmesi, var olan çelişkiyi dualist anlayışa geri dönerek çözmeye çalışması olarak okunabilir. Mutezile’nin şüphesiz en büyük ayırt edici özelliklerinden birisi, insanın iyi ve kötü fiilleri kendi iradesiyle işlediğini, yani bu fiilleri yarattığını söylemesiydi. Kötülüğü insanın iradesiyle takdir edip yaratması, Tanrı’yı bu problemden kurtarsa da bu defa Tanrı’yı sınırlama problemi ortaya çıkarıyordu. Bu, kulunun fiilleri üzerinde kudret sahibi olmayan bir tanrı konseptinin ortaya çıkmasına bağlı olduğu gibi, çok daha derin bir tartışmanın da meselesidir: İyilik, Tanrı istediği için mi iyidir, iyi olduğu için mi Tanrı iyiliği ister? Öyle ya, “Allah zulmediyor değildir. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlar.”
Hüsun ve kubuh (iyilikler ve kötülükler) meselesi basit bir soru değil, İslami ekollerin temel ayrışma meselelerinden olan “Kuran mahluk mudur?”, “Kader cebri midir?” sorularıyla da içli dışlı oldukça çetin bir mesele. Mutezile Tanrı’nın iyi şeyleri isteyeceğini söylerken, özellikle Eşariler bunun tanrı konseptini temelinden sarsacağını söylerler: İyilik eğer Tanrı’dan bağımsız olarak varsa, Tanrı bir işi yapmaya, kendinden bağımsız bir ahlaki rehberlik/reçete nedeniyle mecbur demektir. Mecbur olan tanrı olur mu? Öte yandan, eğer bütün fiilleri Tanrı yaratıyorsa, kötülüğü de o yaratmıştır ve kimin kötülük yapacağını ezelden tayin etmiştir. Gazali, bu konudaki tartışmalara ilginç bir faraziye ile dokunuyor:
Buluğa ermemiş ve İslam fıtratı üzerinde ölmüş bir çocuk düşünelim. Keza, bunun gibi buluğa ermiş bir müslim ile buluğa ermiş bir kâfiri düşünelim. Ahirette, İslam’ın icabını yerine getirmiş olan buluğa ermiş müslim kimsenin durumunun iyi olacağı ve sevap göreceği meydandadır. Bu kimsenin manevi derecesi, şüphesiz buluğa ermeyen müslim çocuğun derecesinden daha üstün olacaktır. O vakit müslim çocuk Allah’a şöyle bir soru tevcih edebilir: “Ey Rabbim! Eğer bana ölmeden önce buluğa erdirecek fırsat verseydin, senin yolunda çalışır, derecemi yükseltirdim.” O zaman bu çocuğa Allah tarafından şöyle bir cevap verilebilir: “Eğer sen daha fazla yaşasaydın günah işlerdin. Senin hakkında erken ölmek, en hayırlısı idi.” Bu durumla ilgili olarak buluğa ermiş olan kâfir şöyle bir itirazda bulunabilir: “Ey Allah’ım! Beni Cehenneme attın; eğer beni de müslim çocuk gibi erken öldürseydin, günah işleme fırsatını bulamazdım ve şimdi de Cehennemde yanmaktan kurtulurdum.”
Eğer Tanrı varsa ve kendisinden bağımsız, mutlak iyilik/kötülük konseptleri mevcutsa, yukarıdaki senaryoda olduğu gibi, Tanrı’nın kasten kötülük yaptığını da düşünmek icap eder. Mutezile’nin hem aklı önceleyen hem de İslam dairesinde kalmaya çabalayan yöntemi, bu tür sorularla çürütülmüş ve Mutezile mensupları, İslam dairesinden/tanrı fikrinden kopmadan cevap vermek zorunda olduklarından nihayet “yenilmişler”dir. Fakat öteki tavrın da ortaya koyduğu “Tanrı bir şeyi emrettiyse iyi, yasakladıysa kötüdür” şiarı, iyilik ve kötülüğü anlamsızlaştırır. Bizim zihnimizde iyi yahut kötü olarak beliren, Tanrı’nın ölçeğinde başka türlüdür; bu yüzden Tanrı küçük bir çocuğun tecavüze uğrayıp öldürülmesini emredebilir, bu iyidir.
İyilik ve kötülük kavramlarını metafizik kök nedenlere dayandırarak açıklamak, görülüyor ki, yığınla çelişkiye neden oluyor. Bir argüman bilinen birçok kuralla çelişiyor ve paradokslar yaratıyorsa, muhtemelen yanlış kurgulanmıştır demek Bayesian tutuma sahip bir bilim insanı için hiç de abes değildir. Paradoks tanımı ve mahiyeti gereği gerçek olamaz; öyleyse paradoksu yaratan öncüllerden vazgeçmek gerekir.
Bunun gibi, iyilik ve kötülük evrimin farklı seyirlerinde farklı tanımlar ve işlevler üstlenebilirler, bu tanım ve işlevler farklı insan toplulukları için geçerli olabilir, ancak her zaman önceki safhalardan izler taşıyacaklardır. Bu bakımdan önceki safhaları tespit etmek, iyilik ve kötülük konseptlerini anlamakta hayati önem taşıyor.
Şu halde, iyilik ve kötülüğün “hakiki” mahiyeti insanla kayıtlı olmalı, insanla kayıtlı olan, “sosyal uzantı” olan her şey gibi, sabit, ezeli ve ebedi bir tanımı haiz olması beklenemez. Fakat evrimde her zaman “önceki safhanın belirleyiciliği” vardır; dört ayaklı bir canlı suda yaşamaya başladığında ayakları yok olup yüzgece dönüşebilir mesela, fakat o canlının hareketi diğer omurgalı memelilerde olduğu gibi Y ekseninde dalgalanarak yüzmeye uygunsa, bu hareket tarzını devam ettirecek, balıklarda olduğu gibi X ekseninde dalgalanma yapmayacaktır. Deniz memelilerinin hepsi aşağı yukarı kavisler çizerek yüzerken, balıklar sınıfına dahil su canlıları iki yana kavisler çizerek yüzerler. Bunun gibi, iyilik ve kötülük evrimin farklı seyirlerinde farklı tanımlar ve işlevler üstlenebilirler, bu tanım ve işlevler farklı insan toplulukları için geçerli olabilir, ancak her zaman önceki safhalardan izler taşıyacaklardır. Bu bakımdan önceki safhaları tespit etmek, iyilik ve kötülük konseptlerini anlamakta hayati önem taşıyor.
Bu bakımdan Margaret Mead’e atfedilen “medeniyetin ilk alameti, iyileşmiş bir uyluk kemiğidir” aforizması oldukça kıymetli. Birçok bilim insanı, Mead’in böyle bir laf etmediği hususunda hemfikir. Sözün oldukça sehl-i mümteni bir halde incelikle işaret ettiği fikir açık: Bir türün üyeleri, doğa koşullarına maruz kaldığında ölmesi beklenen bir türdeşlerini yardımlaşarak yaşatıyorlarsa, orada medeniyet başlar. Fakat bu fikrin kendisi de eleştiriliyor. Medeniyet, mesela, aynı zamanda çok daha organize ve isabetli bir şekilde türdeşlerine soykırım uygulamak anlamına da geliyor. Başka eleştiriler de getirilebilir; mesela birçok sığır türü, zayıf bireyleri sürünün ortasına alan bir strateji geliştirerek, güçlü erkekleri sürünün etrafına yerleştiriyorlar. Bu sayede avcılar zayıf, “doğa şartlarına bırakıldığında yaşaması beklenmeyen” tür mensuplarını avlamakta güçlük çekiyorlar. Bu, mezkûr sığırların medenileştiği anlamına mı geliyor? Cevap muhtemelen hayır.
Avlanma tecrübeleri yalnız bireyin hafızasında değil, artık kolektif bir hafızadaydı: Falanca muhitte tehlikeli yaratıklar varsa, her birey tek tek bunu tecrübe etmek zorunda kalmıyordu. Birinin başına gelen, bütün cemaatin başına gelmiş gibi ortak bilgi halini alıyordu.
Fakat yardımlaşmanın, yaşaması beklenmeyen bireyi yaşatmanın, hatta avlanamayan, toplayıcılık yapamayan bireyi yaşatmanın medeniyetin ilk alameti olduğu fikrine ben hala katılıyorum. Zira medeniyet iki şekilde mümkün olmuştur: Verimi artan iletişim ve iletişimle sağlanan bilginin birikmesi. Homo Sapiens, geçirdiği evrimle konuşmayı başarabilen yegâne tür oldu. Bu, bilginin oldukça verimli ve etkili şekilde aktarılması demektir. Verimli iletişimle genetiğindeki sosyalliği birleştiren Homo Sapiens, bu sayede hem daha sağlam organizasyonlar kurabildiği gibi, hem de “ortak bilgi”yi üretebilmeye başladı. Avlanma tecrübeleri yalnız bireyin hafızasında değil, artık kolektif bir hafızadaydı: Falanca muhitte tehlikeli yaratıklar varsa, her birey tek tek bunu tecrübe etmek zorunda kalmıyordu. Birinin başına gelen, bütün cemaatin başına gelmiş gibi ortak bilgi halini alıyordu.
Bu noktada “zayıf bireyler”in yaşatılması hayati önem arz eder. Yaşlı bireyler artık üreyemezler, avlanamazlar, toplayıcılık yapamazlar ancak birer bilgi deposudurlar. Onların yaşatılması, biriken tecrübenin gelecek kuşaklara aktarılmasıdır ki, alet kullanan maymun türlerinde dahi büyükanne-büyükbaba maymunların görevi, alet kullanmayı yeni kuşak maymunlara öğretmektir. Halihazırda var olan sosyallik içgüdülerimiz, altruistik davranışlarla birleşince, türün tamamı için gerçekten medeniyet kapısını aralamış oldu: Sürekli aktarılan ve biriken bilgi.
Hal böyleyken iyi ve kötünün “hayatta kalmaya yarayan” ve “zarar veren” konseptlerinden türediği aşikâr. Mitolojide de böyledir; hayatta kalmaya yarayan olumlu kodlanır, zorlaştıran olumsuz. O yüzden gündüz iyidir de gece çoğunlukla kötüdür: İnsan, gündüz nişine adapte olmuş bir canlı olduğundan geceleyin başına iş gelmesi olasılığı daha yüksektir. Bunu iptidai zihinler gecenin cinlerle, şeytanlarla dolu olmasıyla açıklayabilir; bu yalnız açıklamak için gerekli dağarcığın henüz sınırlı ve zayıf olmasındandır. “Gecede bir sorun olduğu” fikri ise hakikidir, doğrudur. Benzer şekilde, sözgelimi yıldızlar çoğu zaman tanrısal özellikler kazanmışlardır. Zira yıldızlar hayatta kalmaya yardımcı olurlar: Yön tayininde, mevsim tayininde hem hayvancılık, hem toprak tarımı için hayati olan takvim oluşturma işinde yıldızlar çok önemli bir rol oynarlar.
Öyleyse bütün insan topluluklarında iyi ve kötünün kesinlikle bu arkaik işlevini ve belirleyiciliğini sürdürmesini bekleriz: Hayatta kalmaya yarayan iyi, zarar veren kötüdür. Ancak sonuç böyle değil. Sözgelimi, birçok “ilkel kültür”de (Kültürlerin iyi, kötü, ilkel, gelişmiş gibi tanımlanabileceğini düşünüyorum. Post-modern zırvalar 60.000 yıllık mezarın açılıp incelenmesine “onlar bizim atalarımızdı” diyerek karşı çıkan ilkellerin tavrı ile, o mezarı açıp oradan insanlığın serüvenine dair müthiş tespitler yapan medenilerin tavrını eşitlemeye çalışsa da beceremiyor.) ölen erkeğin dul karısı öldürülür. Bu, onlar indinde gayet “iyi” bir eylemdir ve az önce kurmaya çalıştığımız nazariyeyle çelişir: Hayatta kalmaya faydası yoktur (Birey sayısını azaltarak topluluğun kalanının birey başına düşen besini artırması senaryosu ileri sürülebilir ancak neden dul kadın sorusunun cevabı verilemez.) ve öldürülen kadın için büyük bir felakettir; popülasyonun hemen yarısının beklenen ömrünü kısaltan bir ritüel bu zaviyeden açıklanamaz.
Ancak mitolojik anlatıların, yani sosyal uzantılarımızdaki genetiğin de en az biyolojik genetiğimiz kadar etkili ve belirleyici olduğunu fark edersek mesele anlaşılır. İyi ve kötünün gerçekte ne olduğuyla, isabetli tespit ve analiz yöntemlerinden yoksun toplumların bunları nasıl açıkladığı arasında çoğu zaman büyük bir uçurum vardır. Yukarıda İslam tarihinden verilen örneklerde olduğu gibi, bu anlatılar bir kere doğduklarında kişilik kazanırlar ve zihin hakikatin ne olduğuyla değil de yeni açıklamaların önceki inanışlar ile uyumlu olmasını temin ile meşgul olursa, mutlaka yanılır, hatta evrim avantajını kaybetmesine neden olacak davranış şekillerini tetiklemeye başlar.
Medeniyetin seyrine baktığımızda, tecrübeleri tespit ve tasnif etmede, onları yorumlamada ustalaşan kültürlerin, iyi ve kötü tanımlarını metafizikten mümkün olduğunca kurtararak “seküler” bir ahlak anlayışı geliştirmek suretiyle bunu başardıklarını görüyoruz. Bu sayede hem birey hem toplum için faydalı olanı iyi, her ikisine zararlı olanı kötü ve gri bölgede olanları Mutezile gibi el menzile beynel menzileteyn olarak görüp, eylemlerin neticesini her zaman birey ve toplum çıkarlarıyla paralel hale getirmeye çalışan bir anlayışa yönelebiliyorlar; Gazali gibi büyük zihinler hakikati aramak yerine eldeki dogmalarla uyumlu yeni tespitler yapmak gibi beyhude uğraşlarda heba edilmiyorlar.