Mercan

Defne Demirer

Geldiler. 

Birbirine yapışmış kuru gözlerimi yavaş yavaş açmaya çalışıyorum. Kel kafaların arasından sızan beyaz ışık gittikçe parlaklaşıyor. Gözlerim kırpıştıkça kamaşırken kirpiklerimin çıtırdayarak birbirlerinden ayrılışını hissediyorum göz kapaklarımda. Başımda dikilmiş, aşağı, bana doğru bakıyorlar. Kafalarındaki beyaz yarı saydam boneler ve kulaklarından ağızlarına uzanan beyaz maskeler siyah ve kahverengi gözleri ortaya çıkarıyor. Sayıyorum. Yirmi iki çift siyah ve kahverengi göz. Yırtıcı ve ruhsuz gözler. Bir tanesiyle göz göze geliyoruz. Mahcup bir edayla bakışlarını kaçıyor benden. Kaşları endişeli, alnı kırışmış. Saniyenin binde biri kadar süren kısa bir göz teması. Kötü haber alameti. 

Hepsi elinde birer not defteri tutuyor. Maskelerini takmış, baktıkları şeyden iğrenen ve korkan ruhlarını çatık kaşları maskeliyor. Sol bacağımla kasığım arasındaki o noktaya bakmaya çalışıyorlar. Onlar kalemleriyle hızlı hızlı not alırken ben bu uzun ve bilinmez uykunun mayhoşluğundan sıyrılıyorum yavaş yavaş. Gülünç. Kötü haber alameti, nereden gelip nereye gittiğimi bilmediğim bir uyku. Bir şeyim yok aslında benim. Durumum gayet iyi aslında. Etrafımda olanları farkına varırken tepemdeki uzun boyunların üstünde toplaşmış karga burgacık kafalar hareket etmeye, oynamaya, tavuklar gibi oradan oraya bakmaya devam ediyor. 

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Tikler, altını çizmeler, toplama hesapları.

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Artı, eşittir, üstünü çiz.

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Karala. Kes. Yapıştır. 

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Oklar, milimetre cıva? dört santimetre? Bu kadar büyüğüne daha önce hiç rastlamamıştık. 

Derin nefesler alıp veriyorum. Sorun yok. Nefes verdikçe gövdem tüm ağırlığını aşağı doğru bırakıyor. Saatlerce kasılı kalmış omuzlarımın üzerindeki örümcek ağları yavaş yavaş temizleniyor. Serbest bırakıyorum. Çözülüyorum. Boynum rahatlıyor. Sırtımı ağırca yere doğru bırakıyorum. Kollarımı üzerinde yattığımı fark ettiğim metal masaya doğru serbest bırakıyorum. Karnımı kasmayı bıraktığımı fark ediyorum. Belim aşağı doğru kavisleniyor. Tüm düğümlerim çözülüyor. Nefes al. Sorun yok. Nefes ver. Her şey yolunda. 

Geldiler. 

İçlerinden biri bu sefer vücudumda kestiremediğim yerleri işaret ederek konuşmaya başlıyor. Konuştuklarını seçemiyorum. Bulanık ve boğuk. Eli sağ bacağımla kasığım arasındaki noktaya geldiğinde yavaşlıyor, gittikçe o noktaya yaklaşıyor. Bu sefer daha küçük ve dikkatli hareketlerle, kaşlarını çatarak, tüm dikkatiyle konuşmaya devam ediyor. Kel kafasını bacağımla kasığım arasındaki o noktaya iyice yaklaştırıyor. Gözlerimin ucuyla sadece ucuz yarı saydam ve plastik kokan bonesini seçebiliyorum. Maskesinin altından konuşurken çıkardığı nefesler ılık ve nemli. Sesinin titreşmesiyle sıcaklık ağır ağır tenime dokunuyor. Biraz tükürük. Biraz su buharı. Hissedebiliyorum. Durumum gayet iyi. Sorun yok. 

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Yoktur yani değil mi? Kuruntu üstüne kuruntu yapan bir insanım. Bu da kesin onlardan biridir. Gereksiz yere endişeleniyorumdur. Yoktur, değil mi anne? Bilmiyorum, belki de vardır ve olmadığını düşünürsem, yeteri kadar inanırsam yok edebilirim her ne sorun varsa. Belki de olmadığını düşünüp yok sayarsam şikâyetsiz hayatıma dönebilirim geri. Şikâyetim yoktu benim hiç zaten. Endişelerim hep vardı. Küçükken göğüslerim ilk çıkmaya başladığında sevinmemiştim çok. Anneannemlerin yazlığındaki ahşap merdivenlerden korka korka çıkarak yanına gelmiştim. Dokuz yaşındaydım. Yavaş yavaş ileriye doğru narince belirginleşen göğüslerimin bana verdiği heyecan açıklayamadığım bir suçluluk duygusuna dönüşüyordu. Sürekli, tarif edemediğim bir sancı. İnce, kırılgan, zarif. Kulaklarıma taktığım gümüş top küpeler gibi. Göğsümde tomurcuklanan hayat. Sulu, yapış yapış, iltihaplı, kırmızı, cılk bir ölüm. Sen yarı uyur yarı uyanık bir şekilde uyurken kulağına uzanıp endişeli gözlerle fısıldamıştım: “Anne, ölmem değil mi?” Korku ve dehşet dolu bakışlarının kızgınlığa dönüştüğü anı unutmuyorum. Yapış yapış bir ejderhaya dönüştün. Salyalı bir sürüngen. Göz bebeklerin de sürüngenlerinki gibi incelmişti. Çatallı dilin bana yaklaştıkça sivri dişli yayvan ağzından dışarı istemsiz bir şekilde fırlıyordu. Suratında hem kurnaz hem de şeytani bir bakış vardı.

Bu sefer gerçekten ölüyorum. Gözlerimi kırpıştırıyorum. İlk önce yavaş başlıyorum ki etraflarındaki balçıklı sular çözülsün. Sonra gittikçe hızlanıyorum. Göz bebeklerimi fıldır fıldır odanın etrafında döndürüyorum.

Bir yıl sonrasında okulda merdivenlerden inerken kasığımda korkun bir sancıyla kıvrılıp kaldığımı hatırlıyorum. Tüm gün boyunca bu keskin ağrı tam ortamda benimle otururken ne elimle oraya dokunmaya ne de tuvalete girip pantolonumu indirmeye cesaret edebilmiştim. Donup kalakalmıştım öylece. Eve geldiğimdeyse kasığımla bacağım arasına baktığım ânın şokunu hâlâ unutamıyorum. Kocaman, tenis topu büyüklüğünde bir kitle. Kasığımın beyaz, ince ve damarlı derisinin altından fırlamış. Önümdeki duş kabinine işaret ediyor. Mor damarlarımın etrafında sarıldığını saydam tenimin altından seçebiliyorum. İçimde hem benden hem de benden olmayan o iğrenç şeyin bir kısmı yeni yeni çıkmaya başlayan siyah kalın kıllarımın altında kalmış. Avcumu üstüne hafifçe yerleştirdiğimde tam oturuyor. Avcumla birbirlerine verdikleri sıcaklık hissi ağrıya iyi geliyor. Büyüklüğü tam olması gerektiği gibi. Parmağımla dokunursam eğer sancılar içinde kıvranıyorum. Yürürken koca bir ağırlık hâlinde o garip şeyi önümde taşıdığımı hissediyorum hep. 

Düşeceğinden, onu kaybedeceğimden, beni yırtıp içimden çıkmasından, bir yerlere çarpmasından korkuyordum. Üzerimde, bana yapışmış, verdiği ve verebileceği acıdan dolayı kaybetmekten ya da zarar vermekten korktuğum bir dost edinmiştim. Ya da bana yardım için yapışan bir istilacı. Gitsin istemiyordum. Gitmesi gerektiğinde vücudumun en hassas yerini yırtıp deleceğinden, verdiği ağrının o tehditkâr geleceğinden akıl almaz bir tatmin duygusu ışıyordu. Gitmesini her şeyden çok istiyordum. İçimdeki sancıyı yırtıp atmak, kasığımdan fırlayan o tenis topu büyüklüğündeki garip şeyi sivilce patlatır gibi patlatmak geliyordu içimden. Verdiği acıya alışmıştım ama bir o kadar da kurtulmak istiyordum o garip sancıdan. Kasığımda kocaman, yuvarlak bir mercan. Büyük bir parçam hâline geldi gün geçtikçe. Kişiliğime yapıştı iyi huylu bir tümör gibi. Ta ki kendi kendine kayboluncaya kadar. Abartılacak bir şey olmadığını da o zaman öğrendim. Anne.

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Düzenli ve özenli terlik sesleri. Terliklerin altı dezenfekte edilmiş diyorlar. 

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Eldivenler değiştiriliyor. Mavi plastik eldivenlerin ellere yapışma sesleri. 

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Mavi sesi. Plastik sesi. Eldiven sesi. 

Dikkatimi yeniden kendime topluyorum?

Uzun süredir bu masanın üzerinde olduğumu tahmin ediyorum. Ne kadar olduğunu kestiremesem de vücudumdaki uyuşukluk ve ağrılar bana en az iki hafta hareket etmemiş olduğumu söylüyor. Yavaşça ellerimi arıyorum zihnimde… İşte buradalar. Parmaklarım yağlanmamış makine parçaları gibi gıcırdıyor oldukları yerde. Ellerimden yavaşça kollarıma çıkıyorum. Kollarım iki yanımda ağırlıklarını bırakmış öylece duruyorlar. En ufak bir güç belirtisi bile yok. Hareketsiz. Bacaklarım ölü. Diz kapaklarım beyaz örtünün altından sivriliyor. Üzerimdeki beyaz örtünün sert kumaşı karnıma batıyor. Yatağa serilmiş nevresim kalçamı, bacaklarımın arkasını kaşındırıyor. En sonunda üzerimdeki beyaz ışığın geldiği tarafa doğru çevirebiliyorum gözlerimi.

Ampulün takılı olduğu gümüş direkli lambadan yansımamı görünce kısa süreli bir dehşete kapılıyorum. Günlerdir, belki de haftalardır görmediğim yüzüm küçücük kalmış. Gözlerim de sulu ve kocaman. Beyazları kıpkırmızı. Yüzüm buruşuk, alnım kırışmış, elmacık kemiklerim dışarı fırlamış, yanaklarım içine göçmüş, kaşlarım çaresizce yukarı kalkık, çenem gururlu, boynumsa umutsuzca birine yalvarır gibi uzun ve ince, kontrolsüz. Çaresiz. Omuzlarımı kapayan beyaz örtüyse ütülü. Kusursuz. Tenim buruşuk, gri ve solgun. Garip bir sarılığı var. 

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Buraya gelmeden seviştiğimde de böyle hissetmiştim. Daha doğrusu hissedememiştim. Ben ümitsizce debelenirken boynumun üzerindeki omzun nefesimi kesiyordu. (Sana demiyorum anneciğim) Boynunla omzun arasına yerleştirdiğim çenem yerli derinin üzerinde aşağı yukarı kayıyordu. Seni ısırmaya çalışırken ağzımdan çıkan nefesler de ılık ve nemli, o tere karışıyordu. Tuzlu ve sıcak. Boynum ağrıyordu. Bacaklarım ölen bir böceğin bacakları gibi beyaz örtüde çırpınıp duruyordu. Kollarım sırtının etrafından birbirlerine dokunurken sana tutunup ayaklarımla kendimi yatağa bastırıyordum. Sonra dengemi kaybediyordum. Yatağın kusursuz beyaz örtüsünde aşağı doğru sürünen ayaklarım tutunacak yer arıyordu. Sonra tekrar aynı şeyi yapıyordum. Sırtından sıkıca tutup seni üzerimden fırlatıp atmak, bir yandan da sana yapışıp seninle seni fırlattığım yere savrulmak, bir yandan sen olmak, bir yandan senden olabildiğince farklı olmak istiyordum. Beni bir an önce bırak ki bu sonuçsuz çaba bitsin, beni sımsıkı tutup bu işkencenin sonunu getir ve sonunda rahatlayabileyim, kafamın içinde kontrolsüzce hareket eden bu renkli ışıklar sönsün, ya da kendime geldiğimde dünyam havai fişeklerle dolu olsun istiyordum. 

Akşamları ezan okunurken de böyle olurdu hatırlıyor musun? Gece on birde herkes yatağına çekilirdi. İnsanların terk etmeye başladığı köyün eylül ayları hep ölü olurdu. Bir türlü ölemeyen ada. Yerlerin mercan yeşili ve ten rengi mermer parkelerinde ayağım üşümesin diye çorap giydirirdin bana.

Aldığım zevkin beni bir yakalayıp bir bırakması bana acı, aldığım acıysa bana zevk verirken kıvranarak bütün bu sarmalın içinden çıkmaya çalışıyordum. Bir anda kendimi tamamen bırakmış bir halde, zihnim beni farklı imgelerin dünyasına çekmiş ve ölümle yaşam arasında bir yerde asılı kalabiliyorken, bir anda tamamıyla mekanikleşiyordu her şey. Hissizleşiyordum. En ufak dokunuşun gözlerimi doldururken bir anda boynumu sımsıkı kavrayışını bile hissedememeye başlıyordum. Tokatlayan gerçeklik beni bir duvardan ötekine savuruyordu. Belki de tavanla yer arasında. Ya da bir tavanın üstünde. Ters yüz ederek kızartıyordu. Ya da yazlık masanın üzerinde rüzgârın esintisinde huzursuzca sallanan plastik ve ağır masa örtüsü. Çırpınan ya da boğuşan bir kedi ya da suya düştüğünde boğulmaktan kurtulmaya çalışan bir kara sinek ya da boğazı sıkılan çaresiz bir insanın kurtulmaya çalışma çabaları. Bilmiyorum. Ya da belki de ölme çabaları. 

Sonra göğüslerim iltihaplandı. Sulu, yapış yapış, iltihaplı, kırmızı, cılk. Sarı saydam irin göğüslerimi tişörtüme her yapıştırdığında aklıma sen geldin ölüm. Kaşıdım kaşıdım kaşıdım kaşıdım. Hem büyük bir suçlulukla hem de sonsuz bir doyum hissiyle. Kaşıdıkça doydum. Doydukça kaşıdım. Kaşıdıkça daha da cılk oldu. Tüm göğsüm sapsarı saydam iltihap oldu. Pembe cılk oldu. Kabuk bağladı. Yeniden kaşıdım. Yeniden cılk oldu. Kanadı. Kırmızı sutyenler giymeye başladım. Kumaş pembe cılk derimi söktü aldı. Sonunda üstümü giymeyi bıraktım. Göğüslerime birer renkli plastik kap bantladım. Biri pembe biri turuncu. Her yerde öyle dolaştım. Bazen renklerini değiştirdim. Yeşil ve mor. Bazen mavi bazen yine mor. Plastik kaplı göğüslü kız oldum. Göğüslerim birer plastik kap oldu. 

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Ameliyat maskeleri takılıyor yeniden. Hemşireler kel kafalı on bir adamın önlüklerini giymelerine yardımcı oluyorlar. 

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Her yukarı bakışımda kendimi ve kontrol edemediğim çaresiz yüz ifademi görüyorum. 

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Kurduğum dünyanın yansımasıyla karşı karşıyayım. Her şey yolunda. Durumum gayet iyi. 

Bir sorun yok. 

Bu sefer gerçekten ölüyorum. Gözlerimi kırpıştırıyorum. İlk önce yavaş başlıyorum ki etraflarındaki balçıklı sular çözülsün. Sonra gittikçe hızlanıyorum. Göz bebeklerimi fıldır fıldır odanın etrafında döndürüyorum. Odadaki beyaz parlak ışığa alışırken saçlarımın terden birbirine yapıştığını fark ediyorum bir anda. Kuruyan ter geriye sadece tuzlu ve yapış yapış bir his bırakıyor. Klimalar ensemi üşütüyor. Kafa derim kaşınıyor. Uzun bir kabustan uyanmış gibiyim. Gözlerim yanıyor. Yavaşça bir sağa, bir sola bakıyorum. Tuzdan sertleşmiş saçlarım, saç derim ve yastık arasında oluşan o garip hisse odaklanıyorum. Soğuk ve yapışkan. Islak. İğneli. Başımı yastıktan kaldırmaktan, o yapış yapış bağı koparmaktan korkutan bir his. Başımı kaldırdığım anda saçlarımın çirkinliğinin olduğu gibi gözükmesinden korkuyorum. Sağ tarafı kuş yuvasına dönmüş, sol tarafı dümdüz yanağıma yapışmış. Ya da arkası kafamın şeklinin çirkinliğini ve kelimi gösterecek şekilde seyrelmiş ve önleri alnımın etrafında sarmaşıklı teller oluşturmuş. Başımı yastıktan kaldırmıyorum. Bazen başımın arkasını, bazen sağ yanağımı, bazen sol yanağımı yapıştırıyorum yastığa. Kafamı bir o yana bir o yana çeviriyorum. Başımı hızla kaldırıp tüm peltekliğiyle ve boynumun güçsüzlüğüyle yastığın öteki tarafına sakarca yerleştiriyorum. Başımı hafifçe kaldırıp saçlarımın yönünü değiştirip sonra yastığa geri koyuyorum. Sonra yeniden kaldırıp saçlarımın hepsi yukarıda kalacak şekilde, ensemin yastığın serinliğini hissetmesini sağlamaya çalışıyorum. Yoruluyorum. Hepsi saçlarım ıslak ve yapış yapış görünmesin diye. Onları kandırıyorum. Durumum gayet iyi. 

Bu sefer gerçekten ölüyormuşum. Kel kafalar söyledi. Bu hazin haberi aldıktan sonra saç derim kaşınmaya başlıyor. Elimi istemsizce yukarı kaldırmaya çalışıyorum. Elim hareket etmiyor. Bir daha deniyorum. Yine bir hareket yok. Kafam iyice kaşınmaya başlıyor. Saçlarım daha da iğrenç hissettiriyor. Kafamı kaşımak istiyorum. O sırada yardım istemek için çaresizce kel kafalara bakıyorum. Ne olur, lütfen. Biriniz kaşıyın şu kafamı. Beni bu kıvrandıran his sona ersin. Doyayım. Tık yok. Kimse yüzüme bakmıyor. Kafam kaşınıyor. 

Saçlarım yağlı. Yüzüm buruşuk. Gözlerim çökük. Ağzım kuru. Kafam kaşınıyor. Saçlarım yağlı ve yapışık. Yüzüm buruşuk ve alnım kırış kırış. Gözlerim çökük ve altları mor. Kafamı kaşımak istiyorum. Saçlarım kepekli ve incelmiş. Yüzüm beyaz ve gri. Belki de çoktan ölmüşümdür. 

Gözlerim kocaman ve kahverengi. Kafamı kaşımak istiyorum. Ellerimi kaldırmaya çalışıyorum. Tık yok. Bu sefer kafamı yavaş yavaş yastığa sürtüyorum. Sağa. Sola. Yukarı. Aşağı. Sağa. Sola. Yukarı. Sonra gittikçe hızlanıyorum. İyi geliyor. Bağlandığım makinelerden ötme sesleri karışıyor konuşma seslerine. Kalp atışımı mekanik bipler halinde duyabiliyorum. Makinede dolaşan kanımın sese dönüşmesini dinliyorum. 

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Geldiler. 

Akşamları ezan okunurken de böyle olurdu hatırlıyor musun? Gece on birde herkes yatağına çekilirdi. İnsanların terk etmeye başladığı köyün eylül ayları hep ölü olurdu. Bir türlü ölemeyen ada. Yerlerin mercan yeşili ve ten rengi mermer parkelerinde ayağım üşümesin diye çorap giydirirdin bana. Pır pır yanıp sönen floresan lambanın beyaz ışığından sıkılınca gıcırdayan ahşap merdivenlerden sessizce yukarı çıkardık. Dışarıda rüzgâr sesleri uğuldarken ve bin yıllık çınarlar vadinin ortasında hışırdarken ışığı yakmadan yün yorganın altına kıvrılırdık. Üst katta perde yoktu. Sokak lambalarının turuncu sarı ışığı içeri vururken yüzündeki çizgiler her zamankinden daha derin görünürdü. Bembeyaz kemikli küçük suratın da her zamankinden daha canlı. Turunç rengi belki de biraz. Hatta portakal suyunun sarılığının aydınlığında. Yukarıda tavana asılı sarı buğulu camların arkasındaki yarasaların siluetlerini izleyerek haritalar çizerdim aklımdan. Sabahları çay içtiğimiz bardakların rengiyle aynı sarı buğulu doğramalar. Bazen yarasalar buruşuk kâğıt toplar gibi katlanıp tavan arasındaki boşluğa yerleşirlerdi içeriye girip. Öyle geceler uyumazdık. Kanat sesleriyle dolardı içerisi. Buruşuk kağıtların kanat sesleri. Buruşuk kanat sesleri. Sabah çay içerken bardağın yüzeyindeki sulu kırmızı yansımalarla tüm gece izlediğim yarasaların siluetleri birbirinin üzerine binerdi. Tüm gece duvarda oynayan gölgeler şekillerden şekillere girer, ya da kambur kanatlar piramitler çizer, ya da sivri dişler uzun uzun hisler, ya da sivri kedi kulaklarının uçları duvardaki fotoğrafları süslerdi. Bin yıllık ağaçların dallarının gölgeleri kızgın kızgın sarı duvarları süpürürken ben de seni izlerdim.  

Ayaklarında yamuk ayak parmaklarının uçlarını üçgen gibi gösteren kısa gri çoraplar olurdu. Ayaklarının üşümesinden korkardın. Hasta olmaktan da korkardın. Hep hasta olduğun için hasta olmaktan ve sonra hasta olup hastalıkla uğraşmaktan korkardın. Ayak parmakların hayatımda gördüğüm en yamuk parmaklardı. Çirkin bile hatta. Baş parmakların fazlasıyla içeri doğru bükülürdü. Baş parmaklarının altındaki koca kemikler dışarı fırlayacakmış gibi görünürdü. Mercanıma benzerdi o kemiklerin. Serçe parmakların da küçüklüklerinden seçilmezdi. Terlik ya da parmakları açık ayakkabı giydiğinde hep ayakkabının bantlarının altında gizli kalırdı serçe parmakların. Arada kalan diğer üç parmağıysa birbirinden ayırt etmek, hangisinin hangisi olduğunu anlamak hep zordu. Hiçbir zaman anlayamadım ben. Tırnaklarına sürdüğün parlak sedefli ojeler içimdeki iğrenme hissini yumuşatıyordu. Parlak ojeleri seviyordum çünkü. Bazen pembeli, bazen beyaz, bazen gri. Onunla (seninle?) ilk seviştiğimizde ben de o ojelerden sürüyordum. Hep sedefli. Pijaman dizlerinin altına kadar gelir, sarkık kolların tişörtünün kısa kollarının yanından fırlardı. Kollarının altındaki sarkan etlerle oynamayı çok severdim. Pamuk hissi ya da yumuşacık, tam yenme kıvamına gelmiş lokum gibi sulu et hissi ya da şefkat hissi. Ya da belki gergin kaslı bir diğer uzvun üstünde sarılı derinin sönüklüğü, büzüşüklüğü gibi. 

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Ellerin küçücüktü ve ellerin de yamuk yumuktu. Yatağımı toplarken kanlı şortumu endişelenerek alıp aşağı inmiştin sonra da o minik ellerinle ve ağlamaklı çaresiz bir sesle “Çıkmıyor… Çıkmıyor…. Çıkmıyor…” diye çitileyerek yıkamıştın şortu saatlerce. Bu neden bu kadar büyük bir dertti ki? Hem o leke aylardır şortumdaydı ve ben rahatsız olmamıştım. Hayatımda duyduğum en çaresiz hayıflanmalardandı. Hayıflanma mıydı yoksa üzgünlük nidaları mı? Yoksa ayıplama mıydı, yoksa yakınmamı, yoksa utanma mı? Yoksa yıkanmanı mı engelliyordum? Ya da sen mi utanıyordun benim yerime ya da sen miydin aslında şortu kirleten? Temizleyen mi yoksa? Yoksa? “ Çıkmıyor… Çıkmıyor… Çıkmıyor… Çıkmıyor… Çıkmıyor… Üfffff. Çıkmıyor. Üffff…” Ben de koltukta oturup seni izlemiştim. Tepkisiz. Sen yeşil şortumu çitilerken ben turuncu odadaki buruşuk kanatların sesini düşünmüştüm. Şortum katlanıp zikzaklar çizerken küçük ve yamuk yumuk ellerinde, ben de bacaklarımın onun (ya da senin?) altında çırpınışlarını izlemiştim. Küçük kâğıt toplarının zikzakları ve diğerinin evinin önünden her geçişimizde adını merak ettiğimiz meyvenin bağırsaklı kabuğunun kıvrımlarını. 

Uyuyakalmaya başladığını fark ettiğinde huzursuz olurdun. Hiçbir akşam doğru düzgün uyuyamamanın sebebi de buydu ama haberin yoktu. Uyurken ileri doğru uzattığım elime değerdi kolun bazen yanlışlıkla. Aniden yerinden fırlayıp fal taşı gözlerle suratıma yaklaşırdın. Sonra korkarak elini yorganın üstünden elimin üstüne koyardın. Yorganın altından fırlayan o çıkıntıyı avcuna sığdırıp benim elim olduğundan emin olduktan sonra başını yavaşça yastığına geri yaslardın. Dizlerin beyaz yatak örtüsünün altından tavana doğru fırlardı. Ayaklarını dümdüz uzatmazdın hiçbir zaman. Uyuyakalmak istemediğinden. Turuncu odanın turuncu sokak ışıklarının turuncu kırıkları yüzündeki çizgileri daha da derinleştirirdi. Terk edilmiş eylül ayının sessizliğinde vadiyi acılı bir ezan sesi doldurduğunda da yavaşça doğrulurdun bu sefer. Sen kalkmazdın da görünmez bir kuvvet dingince kaldırıverirdi seni. Yastıkta dönüp durmaktan arkası düzleşmiş beyaz kısa saçların diken diken dört bir yanı işaret ederken boynunu büküp sağa, yukarı bakardın. Yarasaların içeri girdiklerinde saklandıkları yere. Sonra da sola, yukarı. Turuncu camların içeri sıcak ışıkları yansıttığı tarafa. Küçük sırtından kamburunun buruşuk kanatları fırlarken, ezanın sesi tüm vadide yankılanırken yalvararak fısıldamaya başlardın. Dizlerin göğsüne çekilmiş, küçük gri çoraplarının topuklarına kancaladığın yamuk işaret parmakların, bembeyaz dişlerin. Yavaş yavaş, bir beşik gibi sallanarak fısıldardın. Yalvarırdın, yalvarırdın, yalvarırdın. 

Ezanın yankılanmaları bittiğinde de yorgun bir suratla, dağınık saçlarınla bana dönüp çocuksu bir gülümsemeyle sorardın: “Göğüslerin yatarken dik duruyor değil mi? Önemli olan o. Ben de, herkes de öyle sever. Öyleyse endişelenmen gereken bir şey yok.”

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Deterjan kokusu.

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Yatarken örtünün altından göğüs kafesimin boğumlu yüzeyi seçiliyor. 

Tık. Tıııırrrt. ŞŞŞş.

Mercanım turuncu. Keller soluk sarı. Boneler beyaz. 

Tık. Tıııırrrt. Şşşş.

Yüzümün kırışıklıklarından buruşan kâğıt sesleri geliyor. 

Geldiler. 

Kasığımla bacağım arasında toplandıkları noktadan kafalarını ayırmadan konuşurlarken ben de yavaşça boynumu eğip beyaz örtünün altından, elimin olduğu yerden çıkan ince plastik boruyu görüyorum. Boru kıpkırmızı. Omuzlarıma kadar çekilmiş örtü bembeyaz. Oda bembeyaz. Hepsinin boneleri var kel kafalarında. Makinede dolaşan kanımın sese dönüşmesini izliyorum. Örtünün altından çıkan boru kıvrılarak az ötede krem rengi bir makineye giriyor. Makinenin bana dönük olan tarafı camlı bir vitrin gibi, ardında dönen çocuk oyuncaklarına benzeyen krem rengi çarkları gösteriyor. Borudan makineye giren kan, çarkları ağır aralıklarla döndürüyor. Tık. Tıııırrrt. Sonra vitrinden çıkıp makinenin içine giriyor tekrar. ŞŞŞş. Makinenin diğer ucundan çıkan boru odada metreler boyunca kıvrılarak ayaklarımın altından beyaz ve kusursuz örtünün içine giriyor. Krem rengi çarklar bir duruyor. Tık. Tıııırrrt. Bir dönüyor. Şşşş. Soğuk ve ağır aralıklarla. Kaset çalara basıp duran, istediği şarkıyı arayan bir çocuk edasıyla. Kasığımla bacağım arasındaki noktada duruyorlar. Konuşmalar hala boğuk. Seçemiyorum. Maskelerinden çıkan fısıltıları, sıcak nefesleri üzerimde hissedebiliyorum. 

Bu sefer gerçekten ölebilirim. Bunu yapabilirim. Zaten bu tek gerçek şansım diyebilirim. Bu sefer yukarı, yansımama bakıyorum. En ufak güç belirtisi yok. Büyük kahverengi gözlerim bomboş. Büyük, kocaman bir boşluk. Hatıralar deposu. Gözlerimi kırpıştırarak açmaya çalışmak yerine bu sefer serbest bırakıyorum. Kel kafaların arasından sızan beyaz ışık gittikçe parlaklaşıyor.

Custom Sidebar

You can set categories/tags/taxonomies to use the global sidebar, a specific existing sidebar or create a brand new one.

Top Reviews